Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Aralık 2011 Cumartesi

Ve Bitti

Hayatımın en kötü senesinin son gününde, ikinci romanımı da noktalıyorum.

Bu romana ilham veren ve aslında kafamdan pek çok düşünceler geçmesine yol açan "Son Melodi" şarkısını paylaşayım önce, unutmadan. http://www.youtube.com/watch?v=CghOcbxDPOQ

İlk roman bittiğinde 1000 "tık"taydık. Bu da demek oluyor ki ikinci roman esnasında ilkinden daha fazla tık toplamışız. Hadi en iyi ihtimalle bu "tık"ların 1500'ü benim diyelim (ama demeyelim, özellikle ikinci roman esnasında tık sayımı en aza indirdim) hala okuyan kimselerin olduğunu bilmek çok güzel. Sizlere kalbim kadar beyaz blog kutularına yazdığım şeyleri okuduğunuz için yine o temiz kalbimden kocaman kokulu öpücükler ve hakikaten, samimi teşekkürler yolluyorum. Eksik olmayın.

2012 yeni bir hikaye getirir mi, belli olmaz. Yoruldum biraz sanki. Ama kafamda dönüp duran fikirler de yok değil.

Takipte kalınız. Twitter olur (@armanguvenc), Facebook olur (Arman Güvenç), ekşisözlük olur (under rug swept)... Ben buralardayım. Bir sonraki hikayede yine beklerim. Umarım bıraktığınız gibi bulursunuz.

"Son Melodi" Bölüm 32- Final

-32-

Kapıyı açıp içeri girdiğimde annemin odasına uzun zamandır girmediğimi fark ediyorum önce. Ve hiçbir şeyin değişmediğini görmek nedense beni hiç şaşırtmıyor. Yatağın başındaki yağlı boya resim, gardırobun yanı başındaki ayna, makyaj masasının üstündeki danteller… Hepsi ben çocukken nasılsa şimdi de öyle. İşte, annemin sandığı da her zaman olduğu gibi odanın bir köşesinde öylece bekliyor. Babamdan hatıra kaldığı için günlerce üzerimden çıkartmayınca annemin zorla aldığı gömleği bulmak için gizlice gelip içini didik didik aradığım sandık.

O günü dün gibi hatırlıyorum. Annem mutfakta yemek yapıyordu. Bunu fırsat bilip gizlice annemin odasına girmiş, gömleği aramaya koyulmuştu. Gardırobun hiçbir köşesinde yoktu. Yatağın altında da bulamamıştım. En son gözüme bu sandık takılmıştı.
Sandığı açarken duyulan gıcırtılar bile hala aynı. O zaman çok korkutmuştu bu ses beni. Annemin kulağına gidecek de gelip beni bulacak diye ödüm kopmuştu. Bu sefer öyle bir korkum yok. Duyarsa duysun! Umurumda değil.
            O günkü gibi önce dantelleri kaldırıyorum. Sonra sırada masa örtüleri var. En sonunda da nevresim takımları. Bir an içimi bir heyecan kaplıyor. Çocukluğumda olduğu gibi yine sabrım taşıyor, dayanamıyorum ve elimi içeri daldırıyorum. Özenle yerleştirilmiş sandığı karman çorman ediyor olmamı önemsemiyorum bile. Ve aradığımı buluyorum.
            O zamanlar sadece televizyonda bir kere gördüğüm, ama yine de sandığın içinde bulup elime aldığımda zerre korkuya kapılmadığım silahı yine elimle kavrıyorum. Yine içimde zerre korku yok.

                                                                       ***

            Hayatım boyunca topuklu ayakkabılarla yürüyebilen biri olmadım. Hatta bunu büyük bir başarıyla yapanlara hep gıptayla bakmışımdır. Ama bugün sanki dengem o kadar alt üsttü ki, her adımda yere kapılacakmışım gibi irkiliyor, bir yerlere tutunma ihtiyacı hissediyordum. Sekretere başımla selam verip zar zor kendimi ofisin kapısına attım. Olanca gücümle kapıya vurdum fakat zorlukla duyulabilecek kadar bir ses ancak çıkartabildim. İçeriden Berk’in beni davet eden sesi geldi. “Girin.”
            Odanın kapısını açarken sanki içimde bir yerlerin de kapısını açtım aynı anda. Bu yer o güne kadar biriktirdiğim, dışarı salmamaya özen gösterdiğim, arada bir sızıntılar olsa da büyük çoğunluğunu hapis tuttuğum gözyaşlarımı koruyan zindandı. Ofisin kapısıyla birlikte bu zindanın da kapısı açılınca çok geçmeden hıçkırıklarım ve gözyaşlarım eşliğinde Berk’in kollarında buldum kendimi.
            Berk bana bir şeyler söylüyordu ama ben onu duyamıyordum. Tek duyduğum ağzımdan çıkan garip seslerdi. Ben de bir şeyler söylemeye çalışıyordum besbelli, ama beceremiyordum her nedense. Ağzımda gözyaşlarımın tuzlu tadı, artık ne saçmalıyorduysam saçmalıyordum işte. Berk söylediklerimden, belki de daha çok bulunduğum vaziyetten, endişeye kapılmış olacak ki her geçen an bana daha sıkı sarılıyordu.
            Birden başımı kaldırıp ona baktım. Söylediklerini algılayamıyordum belki, ama gözlerinde bir anlam yakalayabilirdim pekala. Baktım. Yapamadım. O hala konuşurken, ben hala ağlarken gözlerde anlam, cümlelerde mana bulmam imkansızdı. Onu susturmak için mi bilmiyorum, bir anda onu öpmeye başladım. O da bunu bekliyordu sanki, beni kucağına aldı ve masasının üzerine oturttu. Kolumda asılı olan çanta yere düştü bir anda. O beni öpmeye devam ederken gözüm yere düşen çantama takıldı. Ve onun içinden yaramaz bir çocuk gibi dışarı kaçıveren plastik sırrım. Benim gözüm ona sabitlenmişken Berk’in bu durumu fark edip yerdeki küçük artı işaretini görmemesi için dua ettim. Göğüslerimde dolaşan ellerini istemsizce tutup karnıma koymuşum o an, sonradan fark ettim.    

                                                                       ***

            Ne yapacağımı bilemiyorum. Özgür kapıyı çekip çıktığından beri öylece duvarı seyrediyorum. Ne kadar zaman geçti acaba? Belki on dakika. Belki de bir saat.
            Dışarıdan bir ses geliyor. Kalkıp perdeyi hafifçe aralayarak ne olduğuna bakıyorum. Kapının önünde bir taksi var. İçinde de o. Korkuyla içeri saklanıyorum. Müthiş bir hızla atmaya başlayan kalbimi yavaşlatmaya çabalıyorum ama nafile. Beni görmesin diye çok yavaş hareket ediyorum. Yine perdeyi aralayıp dışarı bakıyorum. Arabadan inmiş, eve doğru yaklaşıyor şimdi. Kapıyı mı çalacak yoksa? Böyle bir şeye nasıl cesaret edebiliyor Allah aşkına?
            Kapının sesiyle kendime geliyorum. Hani insanlar rüyada olmadıklarını teyit etmek için kendilerini çimdiklerler ya. O zil sesi sayesinde buna gerek kalmıyor. Şu anda uykuda olmadığımı biliyorum. Bu yaşadığım bir kabus değil. Ne yazık ki.
            Kapı tekrar, ısrarla çalıyor. Ne yapmam gerektiğini soruyorum kendime. İçime dönüyorum, bakıyorum. Kalbim daha da hızlı atmaya başlıyor. Çünkü hissettiğimin öfke, nefret ya da korku olmadığını fark ediyorum. İçimdeki… Sevinç mi? Kapı çaldığı için mi mutluyum, o geldiği için mi? Neden?
            Artık kapıyı yumruklamaya başlıyor. Uyuşturucu satıcılarını yakalamaya giden polisler gibi. “İçeride olduğunuzu biliyorum. Açın kapıyı yoksa kırmak zorunda kalacağım.” Böyle bir şey yapmayacağını biliyorum, hatta zihnimde yankılanan bu cümleyi aslında şu anda onun ağzından duymadığımı da. Kendime gelmeye çalışıyorum. Kapıyı açmam gerektiğine karar veriyorum en sonunda. Yine de adımlarım çok yavaş ilerliyor hedefine doğru. Hızlanmak istiyorum, vazgeçip gitmesin diye acele etmek istiyorum ama ayaklarım buna izin vermiyor. Ağır ol diyorlar sanki. Yavaş.
            Ve işte o, bunca zaman sonra karşımda. İnkar edemem, başına gelen onca şeye rağmen hala ona aşık olduğum günkü kadar yakışıklı. Ve başıma gelen onca şeye rağmen ben ona hala aşığım. Zamanında bunun bir önemi olmadığına karar vermiştim. Daha doğrusu babam bu kararı vermemi sağlamıştı. Önemli olan benim ve oğlumun geleceğiydi pek tabii, bu adama olan aşkım değil.
            Ne söylemem gerektiğini bilmiyorum. O da bilmiyor belli ki. Bakışıyoruz öylece, birkaç saniye boyunca. Belki de birkaç dakika. Sanki o benim gözlerimi okuyor, ben de onunkileri. Sonra birden başımı çevirip ayakkabılığın üzerinde duran aile resmimize bakıyorum. O, ben ve Özgür. Bir ona bakıyorum, bir resme. Her geçen saniye kalbimin atışı yavaşlıyor, hissediyorum. Son bir kez daha resme bakıyorum, bir de karşımdaki adama. Bir gülümseme beliriyor yüzümde, hissediyorum. Bu onu da sevindiriyor sanki, o da gülümsemeye başlayacakmış gibi oluyor. Ama ben bunu göremeden, görmeme izin vermeden yavaşça kapıyı kapatıp üzerindeki anahtarla kilitliyorum. Derin bir nefes alıyorum, rahatlıyorum.

                                                                       ***

            Onca katman kumaşın altında demirin hala soğuk kalabilmesi beni şaşırtıyor. Titreyen ellerimle silahın namlusunu şakağıma dayıyorum. Ağlıyorum, farkındayım. Arkamda Aslı bekliyor, onun da farkındayım.
            Var olmayan ülkem, var olmayan insanlarım var benim. Belki Peter Pan’ım, hiç büyümüyorum. Ama bir Tinker Bell’in olmadan Peter Pan olmak neye yarar ki? Bir Wendy olmadan o kadar insanın hayatını mahvetmeye ne hakkım var ya da? Büyümek istemediğime karar verdim ben. Büyümek zorunda olduğumun da bilincine vararak. Hepsi bu.
            Silahın içinde kurşun olup olmadığını kontrol ediyorum. Dolu olduğunu görmek içimi rahatlatıyor. Bizi korumak için yıllar yılı orada duran bir silahın boş olmasını beklemem saçma olurdu zaten. Emniyeti açıyorum. Artık hazırım. Sanırım.
            Parmağım tetiğe değiyor. Soğuk demiri hissediyorum. Hem parmağımın ucunda, hem de alnımda. Korkmuyorum. Silahtan da, ölmekten de korkmuyorum. Ağlıyorum, farkındayım. Arkamda Aslı bekliyor, onun da farkındayım. O da ağlıyor mu acaba? Bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum. 
                                                                       ***

Özgür dizlerinin üzerine çökmüş, sandığın içinde bir şeyler arıyor. Sesimi çıkarmadan bekliyorum, ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyorum.
En sonunda duruyor. Sandığa gömülü elini çıkarttığında görüyorum silahı.
İçimden çığlık atmak geliyor, kendimi tutuyorum. Korku çığlığı değil bu çünkü, sevinç çığlığı. O an anlıyorum artık gerçek anlamda özgür olabileceğimi.
Özgür’e çok sert davrandığım için üzülmüyorum. O bunu hak etti. Rüyasından uyanması gerekiyordu. Hayatın gerçekleriyle yüzleşmesi gerekiyordu. Kaldıramıyorsa çekip gitmesinin benim için hiçbir sakıncası yok. Zaten istesem de onu durdurabileceğimden emin değilim ya, yine de kıpırdamıyorum.
Heyecanla ellerimi çırpıyorum. Ancak sesim, silahın gürültüsü altında ezilip yok oluyor. Kimse duymuyor alkışımı, kahkahalarımı. Duyulan, Özgür’ün kanlar içinde yere serilmesine yol açan o tek kurşunun sesi. Kıskanıyorum. İnsanların beni değil de o kurşunu hatırlayacak olmaları üzüyor beni nedense. 

30 Aralık 2011 Cuma

"Son Melodi" Bölüm 31

-31-

Müthiş bir kızgınlıkla salondan çıkan Özgür kendini dışarı atmak için derhal sokak kapısına yöneldi. Kapıyı açtı, hatta dışarı bir iki adım bile attı. Ancak gidecek bir yeri olmadığını fark edince eve dönmekten başka yolu olmadığına karar verdi. Kapıyı çarparak annesine görünmeden odasına çıktı. Sinirine hakim olamıyordu.
Özgür evden taşındıktan sonra Sevgi odaya dokunmamış, adeta oğlunun bir gün döneceğini biliyormuşçasına her şeyi aynı tutmuştu. Duvardaki posterler, kütüphanenin karmakarışıklığı, masasının darmadağınıklığı… Her şey aynıydı.
Özgür kendisini yatıştıracak bir şeye ihtiyaç duyuyordu. Pek çok filmde sinir krizi geçiren karakterlerin etraflarında ne var ne yoksa alıp fırlattığını, masalarının üstünü tek hamleyle yere süpürdüğünü izlemişti. İşe yarayacağını umarak benzeri hareketleri tekrarladı. Duvara çarpıp açılan DVD kutuları, yere düşüp kıvrılan kitap sayfaları derdine çare olmadı. Onun bağırıp çağıracak birine ihtiyacı vardı besbelli. Şansı dönmüştü neyse ki, bir anda odanın köşesinde dehşetle kendisini izleyen Aslı’yı fark etti.
“Sana gitmeni söylememiş miydim ben? Artık seni görmek istemiyorum.”
“Bu ne yazık ki benim elimde olan bir şey değil.”
“Ne demek şimdi bu? Benimle oyun oynamaktan vazgeç artık. Git buradan.”
            Aslı’nın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Bardaktan taşan o son damla, sanki somut bir şekilde gözünden akıp gidiyordu işte.
“Yeter artık! Birbirimiz üzerinden yaşadığımızın hala farkında değil misin? Asalak gibi. Annen yıllar boyu sen bir baba figürüne bir daha bu kadar bağlanma diye yalnız kalmış. Eşin seninle baştan bitik olan evliliğini kurtarmak için gerçekten sevdiği adamla birlikte olmaktan geri durmuş. Sen, farklılıkların yüzünden herkesi kendinden uzaklaştırmışsın ve bana bağlanmışsın. Ve…”
Aslı sözlerini tartması gerektiğini hissetti. Titreyen sesini kontrol edemese de, en azından cümlelerini kontrol altında tutmalıydı.
“…Ve ben de sen var olduğun sürece varlığıma devam edebileceğim bilinciyle sana tutsak yaşamışım.”
“Ne demek istiyorsun? Dövüş Kulübü filminde değiliz umarım.”
Aslı, bezgin bir şekilde açıklamasına devam etti.
“Hala anlamadın mı? Ben sen istediğin için, sen istediğin sürece varım. Bu hikayedeki en büyük parazit benim. Bunca insan, bunca karakter aslında sen istediğin için yaşıyorlar ya da yaşadılar. Senin hayal ettiğin gibi. Daha doğrusu senin işine geldiği gibi. Benden önceki arkadaşlarını düşün. Hepsi sende eksik olan bir tarafı tamamlamak için yaratılmış gibiydiler değil mi?”
            Özgür itiraz etmeye yeltendi.
“Yapma ama. Artık hayali arkadaşlarının olmasının ve onların destekleriyle hayata devam etmenin uygun olmadığı bir yaşa geldiğinde ortaya kim çıkıyor? Bendeniz. Yetişkin bir aklın mükemmel kreasyonu. Bir daha başka kimseye ihtiyaç duymana gerek kalmamasını sağlayacak kadar mükemmel biri.”
“Bu doğru değil. Beni gittiğim her yerde takip eden sensin. Seni ben yaratmış olabilirim. Diğerlerini de. Ama böyle olmasını ben istemedim. Evliliğim senin yüzünden bitmenin eşiğine geldi. Kendimi sabote ettiğimi mi söylemeye çalışıyorsun?”
“Seni benim takip ettiğimi nasıl söylersin? Nasıl bu kadar kör olabilirsin ki? Sen üniversiteye girdiğinde ve en sonunda hayatına bir anlamda sıfırdan başladığında ortadan kaybolmayı seçtim. Ortadan kaybolmamı seçtin. Bu, sen Ece’yle evlenene kadar sürdü. Evlendiğin günü düşün. Daha önce annen dışında hiç kimseye böylesine bağlanmayı aklının ucundan bile geçirmemiş olan sen, o gün teoride sonsuza kadar bir kadınla birlikte olmayı kabul etmenin eşiğindeydin. Ve seni onca zamandır uzaktan takip eden ben, durup dururken yeniden ortaya çıktım öyle mi? Komik olma.”
“Asıl komik olan senin evliliğimi mahvetmeye çalıştığını ve beni kendine saklamak istediğini inkar ediyor olman. Buna anlam veremiyorum. Sen değil miydin bana babamın aslında ölmediğini, karımın aslında benim psikologuma aşık olduğunu söyleyen?”
“Peki bunları ben nerden biliyordum? Beni senden başka gören oldu mu bugüne kadar? Ben seninle göbek bağı hala kesilmemiş bir bebeğim. Hala şunun ayırtına varamadın: ben aslında senim. Senin zihnin, düşüncülerin, isteklerin, eksikliklerinim. Evet, olaya bu açıdan bakacak olursak bir dövüş kulübü kurmadığına şükretmeliyim. Bu güzel yüz kaç yumruk kaldırırdı bilmiyorum. Keşke sen de Edward Norton kadar yakışıklı olsaydın, belki işler farklı olurdu.”
İkisi de artık gülmeye başlamıştı. Özgür bu kahkahalarını sinir bozukluğuna bağladı.
“Sen içten içe karının seni aldattığını bilmeseydin bu benim dilimde somutlaşamazdı. Sen, kıyıda köşede göre göre yüzüne aşina olduğun o adamın aslında baban olduğunu zaten anlamış olmasaydın, bu gerçeği benim fark etmem imkansızdı.”
Özgür artık ne söyleyeceğini bilemez bir hale gelmişti. Kontrolsüzce titriyor ve ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
“Benden ne istiyorsun? Artık hayatımda olmaman için ne yapmalıyım?”
“Bu sorunun cevabını bilseydim burada olmazdım. Beni ve yaşadıklarımızı teker teker zihninden sildirebileceğin teknoloji sadece uçuk kaçık filmlerde mevcut ne yazık ki. Tek yapabileceğin artık beni de, anneni de, karını da azat etmek. Hayatındaki kadınlar gitmek için izin istiyorlar senden. Uzun zamandır yalvarıyorlar.”
“Ama madem sen, ben sana ihtiyaç duyduğum için buradasın; o zaman gitmen imkansız. Küçüklüğümden bu yana sizler benim elimde olmadan hayatıma girdiniz. Sizi ben yaratıyordum ama kontrol beynimin erişemediğim bir köşesindeydi adeta. Hayatımda hiçbir şey yoluna girmediğine göre sana olan ihtiyacımın da sonlandığını söyleyemeyiz. Ayrıca annem ve Ece için durum çok farklı. Onlar istedikleri zaman gitmekte ve istedikleri şeyi yapmakta serbestler. Ben hiçbir zaman onların hayatlarını yaşamalarını engelleyecek hareketlerde bulunmadım. Anneme ‘aşık olursan ben sana haber veririm’ demedim. Ece’ye ‘ya benimsin ya da toprağın’ gibi laflar etmedim.”
“Desene o hareketlerin de beyninin bizi ortaya çıkaran ve kontrol eden, kapsama alanı dışındaki bölümünden kaynaklanıyor. Sen ne kadar itiraz edersen et, bu insanlar senin hayatına devam etmen için onlara ihtiyacın olduğunu düşünüyorlar. Bir evin sütunları gibi. Birinin çekilmesi senin yıkılmana yol açacakmış gibi.”
“Ama bu doğru değil… Sanırım…”
“Sorun da bu. Sen bile bundan emin değilsin. Hayatının onlar olmadan nasıl bir hal alacağını bugüne kadar hiç düşünmedin. Bir kez bile. Onların senden uzaklaşmak, yeni şeyler yaşamak isteyebilecekleri aklından geçmedi hiç. Bencilliği bir kenara bırakmayı başaramadın. Oysa tek ihtiyacın olan inanç, güven ve…”
“Peri tozu mu? Saçmalıyorsun. Herkes istediği gibi yaşama hakkına sahiptir. Benle ya da bensiz. Kimseyi zorla kendime bağımlı kılamam, bunu yapmam.”
            Aslı acı dolu bir gülümseme yerleştirdi yüzüne.
“İnanç, güven ve… peri tozu.”
Özgür’e doğru bir adım atar. Özgür hemen geriye kaçsa da bu onu durdurmadı. Onun yüzünü ellerinin arasına aldı ve bakışlarını kendisine çevirdi.
“Bak, ben senin Tinker Bell’in değilim. Sen de benim Peter Pan’im değilsin. Sana sonsuz bir sevgiyle bağlı değilim. Hatta yeri geliyor senden nefret bile ediyorum. Benden çok fazla şey bekliyorsun. Bu saatten sonra sana söyleyebileceğim tek şey, var olmayan ülkenden kafanı çıkarıp gerçeklerle yüzleşmen gerektiği. Artık büyümenin zamanı geldi Peter. Sen ne dersin?”
Özgür ne yapacağını bilmez bir şekilde etrafına baktı. Karar vermeye çalışıyordu. Aslı’nın üzgün bakan gözleri doğru düzgün düşünmesini engelliyordu.
Bunca bağırış çağırış esnasında saçları bozulan, beyaz elbisesinin askısı omzuna düşen Aslı üstünü başını düzeltti.  Artık işi bitmişti. Özgür’ün ona ihtiyacı olmayacağını, iyi kötü onun için yeni bir hayatın başladığını bilerek odayı ve onu terk etmeye hazırlanıyordu. Fakat Özgür birden ayağa kalktı ve onun önünden geçerek odadan dışarı fırladı. Annesinin odasına gitti. Onun ne yapmaya çalıştığına anlam veremeyen Aslı da peşinden.

29 Aralık 2011 Perşembe

"Son Melodi" Bölüm 30

-30-

Özgür içeri girer girmez ayakkabılarını çıkarır ve hemen salona doğru ilerledi. Sevgi yüzüne bile bakmayan oğluna ne olduğunu anlamaya çalışarak endişeyle onu takip etti. Salona giren Özgür aniden durarak annesine döndü. Az kalsın çarpışıyorlardı.
“Konuşmamız lazım!”
“Bu cümlenin gerisi hiçbir zaman iyi olmaz.”
“Babamın şu anda nerede yaşadığını biliyor musun?”
            Sevgi duyduklarına anlam veremiyordu. Adeta otomatik olarak cevap verdi.
            “O öl-“
            Ancak Özgür’ün bu yalanı bir kere daha duymaya tahammülü yoktu.
“Yalanlarına devam etmene gerek yok. Onun yaşadığını biliyorum.”
Sevgi bir an itiraz edecek oldu. Yıllardır alışkanlık edindiği üzere yalanına büyük bir azimle tutunmaya devam etmeye yeltenecek oldu. Ancak o da çok yorulmuştu. Madem bir çıkış yolu doğmuştu, kendini bu bataktan kurtarması gerekiyordu.
“Ece mi söyledi?”
“E-evet… Kısmen.”
            Sevgi oğlunu kolundan tuttu ve koltuğa oturttu. Kendisi de yanı başına oturdu.
“Onun şu anda nerede olduğunu inan bilmiyorum.”
“Bana neden onun öldüğünü söyledin? Ayrılsanız da ben babamla görüşebilmeliydim?”
“O, zamanında çok hata yaptı. Beni dövdü, haftanın üç gecesini başka kadınlarla geçirdi. Tipik bozuk evlilik modeli işte. Yeni bir şey yok. Neyse ki benim ve ailemin maddi gücü bu dertten kurtulmama yetti. Senin de o adamın gölgesinde büyümeni istemedim.
“Ama ben sizin mutlu olduğunuzu hatırlıyorum.”
“Bir zamanlar öyleydik. Ta ki babanın işi batana, evi babam geçindirmeye başlayana kadar. Bunu kendine yediremeyince kendini değiştirip bunu kabullenebilecek bir insana dönüştü. Yeni bir adam olmuştu. Havadan gelen paraları dışarıda çar çur edip gününü gün eden, eve gelince bizim günümüzü zehir eden bir adam. Buna katlanmam mümkün değildi.”
“Peki o gitmeyi nasıl kabul etti?
            Sevgi yeni girdiği dürüstlük yolunda sapmayı düşündü bir daha. Ama artık oğlunun duygularını koruma faslını çoktan geçmişlerdi.
“Babamın yazdığı çekin miktarını görür görmez pek itiraz etmedi açıkçası. Babam bizim evliliğimizi zaten baştan beri onaylamamıştı. O yüzden gitmesi için epey cömert davrandı. Baban memleketine, İzmir’e gidip orada iş kurmak istemişti o zamanlar.”
“Benim bir önemim yoktu yani.”
“Öyle düşünme. Eminim o da seni çok sevmiştir. Kendi yöntemleriyle. Belki sonradan pişman bile olmuştur, bilemeyiz.”
            Özgür başını üzüntüyle öne eğdi. Dürüst olma sırası şimdi ondaydı.
“Sanırım bugün buraya beni getiren taksiyi o kullanıyordu.”
“Ne?”
“Ya da bana öyle geldi bilmiyorum. Adamı cidden tanıyor gibiydim. Daha önce gördüğüm biriydi. Çok garipti.”
“Bu olamaz! Demek İstanbul’a dönmüş.”
Özgür kendi dertleriyle bu kadar meşgul olmasa annesinin gözlerinde bir an için belirip kaybolan mutluluğu fark edebilirdi. Fakat şimdi Sevgi onun saçlarını okşarken tek düşünebildiği kendisiydi.
“Tamam işte. Yaşadığını öğrendin. Hatta dediğin doğruysa onu gördün bile. Ama lütfen bir daha karşına çıkarsa onu görmezden gel. Bu saatten sonra hayatına giren babanın ne sana, ne kendine hayrı dokunur. Bırak her şey olduğu gibi kalsın. Emin ol böylesi herkes için daha iyi.”
            Özgür saçlarında gezinen eli hızla itti ve ayağa kalktı. Hışımla salondan dışarı çıktı. Oğlunun gidişini seyreden Sevgi sokak kapısının sesiyle derin bir nefes aldı. Artık kendisini tutmasına gerek yoktu. İlk tepki olarak gözleri doldu önce. Sonra elleri dakikalardır müthiş bir sızıyla canını acıtan kalbine gitti. Ve beklenmeyen bir şey oldu aniden. Sevgi gülmeye başladı. Mutlulukla.

28 Aralık 2011 Çarşamba

"Son Melodi" Bölüm 29

-29-

Özgür sinirle apartmanın sokak kapısını iterek dışarı çıktı. Ceplerini yokladı ve üzülerek arabasının anahtarını yanına almadığını fark etti. Anahtarların geri dönmeye değip değmeyeceğini düşündü bir an. Ece ile tekrar yüz yüze gelmeyi kaldırabilir miydi? Cevabın olumsuz olduğuna karar vererek etrafına bakınmaya başladı. Yolun karşısında park etmiş olan taksiyi görünce başkası binmeden yakalamak için hızla arabaya doğru yürüdü. Koltuğunu aşağı indirmiş kestirmekte olan orta yaşlı taksici hiç beklemediği bir anda arabasına binen yolcu sayesinde uyanıverdi.
“Kusura bakmayın efen-“
            Arabasına binen kişiyi görünce bir anda kalakalan taksici cümlesini tamamlayamadı. Çok uykusuz olacak ki, birden uyandırılmanın da etkisiyle belki, yavaş hareketlerle, elleri titreyerek arabayı çalıştırdı. Kendisine garip bir ifadeyle bakan Özgür’le bir kere daha göz göze geldiğinde davranışlarını düzeltmesi ve müşterisini ürkütmemesi gerektiğine karar verdi ancak konuşurken bu kararını uygulayamayarak kekelemeye başladı.
“Nereye… nereye gitmek istersiniz?”
Özgür son derece sinirli bir sesle cevap verdi.
“Etiler’e gidelim.”
Özgür’ün başına gelenlerden habersiz olan taksici bu sinirin kendisine yöneltildiğini düşündü üzülerek. Özgür’ün ona dikkatle bakması da tedirginliğine tuz biber ekiyordu doğrusu.
“Sizi daha önce bir yerde görmüş olabilir miyim?”
“Zannetmiyorum. Normalde bu taraflara uğramam.”
“Ne kadar şanslıyım o zaman! Normalde taksi bulmak için epey uğraşmam gerekirdi.”
“Biraz başım dönünce sağa çekip dinlenmek istemiştim de.”
“Beni sağ salim gideceğim yere ulaştırabilirsiniz değil mi?”
“Elbette, şüpheniz olmasın.”
            Özgür kendini zorlayarak taksiciye gülümsedi ve başını onun koltuğunun arkasına gömerek sakinleşmeye çalıştı. Birkaç defa derin nefes aldı ve parmaklarıyla şakaklarını ovaladı. Başının ağrısı böyle geçecek gibi değildi. En sonunda arkasına yaslandı ve bir anda yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Bu sefer az önceki gibi zoraki de değildi üstelik.
“Ben de ne zaman geleceksin diye bekliyordum. Sen Kaygısızlar ailesinin bir mensubu olmadığına emin misin? Halit Akçatepe az uğraşmadı o insanları evden yollamak için. Kendimden çok şey buluyorum onda.”
“Bana bir şey mi dediniz?”
            Arabada yalnız olmaya çok alışık olan Özgür bu sefer durumun aynı olmadığını bir anda fark ederek kızardı. Derhal cebinden telefonunu çıkararak kulağına götürdü.
“Hayır, telefonla konuşuyordum.”
“Affedersiniz.”
            Taksici bir şeylerden şüphelenmiş gibiydi sanki. İkide bir dikiz aynasından Özgür’e bakıyordu.
“Konuşma biçimine bakılırsa yine fena bir şey gelmiş başına.  Seni affediyorum ve derdini anlatmak istersen dinlemeye hazırım.”
            Özgür’ü sakinleştirmeyi başaran Aslı’nın sesindeki şefkat oldu. Yenildiğini kabul eden bir savaşçı gibi, uzun zamandır direnişinde baş silahı olan tüm kalkanlarını indirdi Özgür.
“Haklı çıktın. Ece Berk’e aşık.”
Aslı’nın bu duruma şaşırmadığı çok belliydi.
“Kendisi mi söyledi?”
“Hayır, tabii ki inkar etti. Ama ben onu bunca senedir çok iyi tanıdım. Gözlerinden belli. Bilmiyorum… Saçma sapan bir kıskançlık yüzünden bir çuval inciri berbat etmiş de olabilirim.”
“Henüz kabullenme aşamasına gelmedim, inkarı sürdürüyorum diyorsun yani.”
“En sevdiğim aşama budur.”
“Neyse, ben kimsenin günahını almak istemem. Kendin karar vereceksin ne olup bittiğine.”
Özgür kesin olarak böyle bir karar verebilmek için daha çok yol alması gerektiğinin farkındaydı.
“Sonra Ece, annemin de benden bir şey gizlediğini ağzından kaçırdı.”
“Ne olabilir ki?”
Normalde şaşkınlık içermesi gereken bu cümle Aslı’nın ağzından son derece sıradan bir tonda çıkmıştı.
“Bilmiyorum. Aklıma benden gizleyebileceği bir şey gelmiyor.”
“Benim aklımda bir şey var aslında. Ama sana nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Korkarım bu haberin inkar aşaması epey uzun sürebilir.”
Özgür, korkulu gözlerle Aslı’ya baktı.
“Söyle! Bana karşı dürüst olan tek kişi sensin zaten.”
“Özgür, annen senden babanın hala hayatta olduğunu gizliyor.”
            Böyle bir cümle duymayı hiç beklemeyen Özgür eline ve diline söz geçiremedi. Önce elinden telefonu düşürdü, sonra avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Yok artık!”
            Taksici bir anda yerinden sıçrayarak arkasına döndü.
“İyi misiniz?”
            Özgür eğilip telefonuna ulaşmaya çalışırken taksicinin bir kere daha hakkında şüpheye düşmesine sebep olduğu için kendine kızdı.
            “Evet, teşekkür ederim.”
Bir açıklama getirmeyi düşündü, ama aklına tek gelen şey bir açıklama getirmesi gerektiğiydi. O açıklamanın ne olacağına dair en ufak bir fikri yoktu ne yazık ki. Çareyi konuyu kapatmakta buldu.
Biraz daha hızlı gidebilir misiniz?”
Hiç beklemeden telefonu yeniden kulağına götürdü. Kendini toparlamakta zorlanıyordu.
“Bu… Bu nasıl olabilir?”
“Onu da kendin bul.”
            Özgür artık gözyaşlarını tutamaz olmuştu.
“Bir keresinde onun mezarına gitmek istediğimde bana ölenle ölünmediğini, bazı şeyleri oluruna bırakıp geçmişe asılıp kalmamamı söylemişti. Meğer kendi arkasını kolluyormuş.”
            Bir an Aslı’ya neden bu kadar çabuk inandığını sorguladı. Sırf o söyledi diye babasının aslında yaşadığına ve annesinin bunca yıldır ona yalan söylediğine nasıl hemen inanıvermişti, o da bilmiyordu.
            “Gördün mü? Yalancı or-… cadı. Yalancı cadı.”
Etiler’e geldiklerinde Özgür ağlamaklı sesiyle yolu tarif etti ve telefonuyla konuşmaya devam etti. Taksici endişeli gözlerle onu izliyordu. Özgür’ün tarif ettiği yere vardıklarında arabayı kenara çekerek durdu ve Özgür’ün parayı uzatmasını bekledi. Fakat Özgür bir türlü kıpırdamıyor, arabadan inmeye yeltenmiyordu. Yaklaşık bir dakika bekledikten sonra taksici dayanamadı ve arkasına dönerek soran gözlerle Özgür’e baktı.
“Doğru geldik, değil mi?”
Özgür daldığı düşüncelerden uyanıverdi.
“Geldik mi?”
Etrafını inceledi.
“Ah, evet. Burası. Borcum ne kadar?”
“Yirmi beş versen yeter.”
Özgür cebinden para çıkarttı ve adama uzattı.
“Teşekkür ederim.”
Özgür, tam arabadan çıkmak için kapıyı açmış ve bir ayağını dışarı atmışken yeniden taksicinin sesini duydu.
“İzin verirseniz haddim olmayarak bir şey söylemek istiyorum. Annenize çok yüklenmeyin. Eminim kendince açıklamaları vardır.”
Taksicinin neden böyle bir şey söylediğine anlam veremedi ama üzerinde duracak hali de yoktu. Arabadan inip kapıyı kapattığında istemsizce kendi kendine fısıldadı.
            “Annemi nereden biliyor ki bu adam?”
            Taksi yavaş yavaş uzaklaşırken Aslı düşünceli bir şekilde Özgür’ü inceledi.
            “Ee, ne oldu? Babanı veda etmeden gönderdin.”
            Özgür ilk önce duyduklarını anlamadı. Kaşlarını çattı. Sonra gözleri, aniden çok önemli bir şeyi fark etmiş gibi irice açıldı ve taksiyi hapis aldı. Özgür titremeye başlamıştı, kesik kesik nefes alıyordu. Ağzını açtı, zorlukla ses çıkarttı. Aslı’ya söyleyecekleri vardı, ama gözlerini artık gözden kaybolan taksinin gittiği yoldan da ayıramıyordu.
“Biliyorum, bir Serdar Ortaç şarkısı gibi kendimi sürekli tekrar ediyorum ama gerçekten de sadece yedi nota olunca insanın elinden bir şey gelmiyormuş. Aslı…”
En sonunda ona dönecek gücü kendinde buldu. Kalan gücünü de elinden geldiğince yüksek sesle bağırmak için harcadı.
“Bir daha karşıma çıkma!”
Aslı’nın karşılık vermesine fırsat vermeden arkasını döndü ve annesinin kapısını çaldı. Çok geçmeden Sevgi kapıyı açtı ve Özgür’ü içeri buyur etti. Gözleri yaşlı bir şekilde onları izlemekte olan Aslı’yı göremedi. Belki görebilseydi bir şeylerin yolunda gitmediğini anlar, birazdan başına geleceklere kendini hazırlayabilirdi.

27 Aralık 2011 Salı

"Son Melodi" Bölüm 28

-28-

Özgür evlerinin salonundaki kanepede uyuyordu. Uyandığında ilk iş uzanıp orta sehpanın üzerinde duran cep telefonunu aldı ve saate baktı. Sıkıntılı bir şekilde iç geçirdi ve telefonda bir numara tuşlamaya başladı. Uzun süre telefonun açılmasını bekledi. En sonunda karşı taraf cevap verdi.
“Ece? Nerdesin?”
“Geliyorum birazdan. Berk aradı, ofise uğramam gerekti.”
“Berk’in seninle ne işi vardı ki? Benimle ilgili mi konuştu?”
“Anlatırım gelince.”
Ece’nin sesinden konuşmak istemediğini anlayan Özgür ister istemez sıkıntılı bir ifade takındı.
“Tek izin günümde, üstelik bir Pazar gününde bile görüşemiyoruz. Neyse, madem yoldasın, yarım saate kadar evde olursun herhalde.”
“Trafik yoksa eğer.”
“Tabii, İstanbul’da trafik olmadığı görülmüş şey mi? Tamam, bekliyorum.”
Özgür telefonunu cebine koydu. Elleriyle yüzünü ovuşturdu ve tam olarak uyanmaya çalıştı. Bir süre kıpırdamadan duvarı seyretti. Aklından geçen düşüncelere, kalbinden geçen duygulara kulak asmadan öylece kalakaldı. Tam yüzünü yıkamaya banyoya gidecekti ki salona Aslı girdi.
“Tık, tık, tık.”
            Aslı’yı gören Özgür belli belirsiz gülümsedi.
            “Senin kapıyı çalmana gerek yok ki. Buyur, gel.”
Aslı bu tavır karşısında şaşırmıştı.
“Bazı şeyler değişmeye mi başlıyor. Utanmasan bana ikramda bulunacaksın.”
“Neden olmasın? Ne içersin?”
            Özgür’ün gözlerinden sıkıntısını okuyan Aslı endişeli bir ifadeyle koltuğa oturdu.
“Boş ver şimdi bunları. Neden bu kadar sıkıntılısın?”
“Onun istediğini yapıyor olmama rağmen Ece’yle aramızda inanılmaz bir soğukluk var. Aradaki duvarı bir türlü aşamıyorum. Sanki o bir kırmızı elbise, ben de içine sığmaya çalışıyorum. Ben zayıfladım diye düşünürken kemiklerim gün be gün irileşiyor.”
“Onu kaybettiğini düşünüyorsun.”
“Aynen öyle.”
“Bu seni tahmin ettiğin kadar üzüyor mu?”
“Garip olan da bu.”
Bu cevap Aslı’yı gülümsetti.
“Düşündüğümden daha da çok üzülüyorum.”
Beklediği cevabı alamayan Aslı’nın yüzündeki sinsi gülümseme yerini sinirli bir ifadeye bıraktı.
“Onu kaybettiğinin farkındasın değil mi? Berk onu çoktan kazandı.”
Özgür nereden çıktığını anlamadığı bu fikrine karşı Aslı’ya öfke ve şaşkınlıkla karışık bir bakış attı.
“Ne o? Korkularını mı dile getirmiş oldum? Sence bugün Berk’le sırf seni mi konuştular? Beş dakikada seni nasıl boşayacağını kararlaştırıp daha mutlu konulara geçtiklerinden şüphem yok.”
 “Saçmalıyorsun.”
“Öyle mi?”
“Aynen öyle.  Ne kadar aptalım? Bir karar verip arkasında durabilsem senden sonsuza kadar kurtulacağım ya, yine boş bulunup çenemi açtım. Ben tedavi görüyorum ve-“
            Aslı, Özgür’ün cümlesini bitirmesine izin vermedi.
            “Evet, gördüğüm kadarıyla pek başarılı bir tedavi. Doktorun da işinde bir usta. Seni oyundan eleyip kızı kaptı.”
Özgür artık konuşmak istemiyordu. Daha önce işe yarayan taktiğini yeniden denedi, açtığında Aslı’nın orada olmamasını dileyerek gözlerini sıkıca kapattı.
“Burada değilsin. Git, git…”
Fakat yöntemi bu sefer işe yaramamıştı. Gözlerini açtığında karşısında ona sonsuz bir öfkeyle bakan Aslı’yı buldu.
“Artık hiç olmadığım kadar ciddiyim, git buradan.”
            Aslı’dan herhangi bir tepki gelmeyince onu görmezden gelmeye karar veren Özgür koltuğa uzandı ve sırtını dönerek gözlerini kapattı. Ancak Aslı’dan bu kadar kolay kurtulamayacaktı. Gittikçe sinirlenen Aslı artık sesini kontrol edememeye başlamıştı. Bağırıyordu.
“Tek yaptığın bana gitmemi söylemek. Ben de burada olmak istemiyorum. Belki de istiyorum.”
Kendini kontrol edemedi, gözleri doldu.
“Biz, geçici düzenlemeleriz. Tam anlamıyla bugün varız yarın yokuz. Senin için buradayız. Ben, benden öncekiler, belki de benden sonra gelecekler.”
Özgür tepki vermemekte kararlıydı. Bu durum Aslı’nın daha da çaresizleşmesine, dolayısıyla daha da öfkelenmesine sebep oluyordu.
“Özgür konuş benimle! Ne düşündüğünü söyle. Bana inanıyorsun değil mi? Seni kandırmaya çalışmıyorum. Ece artık yok. Ona daha fazla bağlanmamalısın.”
Özgür cevap vermedi. Neyse ki aralarındaki öldürücü sessizliğin fazla sürmesi gerekmedi. Evin kapısı açıldı ve Ece içeri girerek ayakkabılarını çıkarttı. Ceketini ve elindeki eczane poşetini bir köşeye koyduktan sonra salona girdi. Onu gören Özgür endişeyle Aslı’ya baktı ama o ortadan yok olmuştu.
“Şansıma trafik açıktı. Ama yolda aradılar. Bir saat sonra ofise yeniden dönmek zorundayım. Acil bir durum çıkmış. Sen nasılsın?”
Özgür’ün boş konuşmalarla vakit kaybetmeye niyeti yoktu.
“Berk’le ne konuştunuz?”
“Anlamadım.”
“Anlamayacak bir şey yok. Berk’le ne konuştunuz? Eve gelince anlatırım demiştin. Anlat hadi.”
            Özgür’ün tavrına anlam veremeyen Ece, onunla tartışmak istemediğinden belki, itiraz etmeden anlatmaya başladı.
“Senin tedavinin ne kadar iyi gittiğinden ve çok geçmeden sağlığına kavuşacağından bahsettik. Onun da biraz sıkıntıları varmış. Ben de onu dinledim. Dertleştik.”
            Özgür, küçük bir çocuk gibi dudaklarını büzdü.       
            “Ah, zavallım! Sevişmeniz ne kadar sürdü peki?”
            Ece duyduklarına anlam veremedi önce. Yumruk yemiş gibiydi. Kendini toparlamak için çabaladığı birkaç saniyeden sonra ancak kekeleyerek konuşabildi.
“Ne saçmalıyorsun sen?”
            Özgür sinirden titriyordu.
“Her şey apaçık ortada. Söyle de kurtul. Beni kandırmaya daha fazla devam etme. Beni bırakıp ona gideceksen bir dakika durma. Ben de bir köşede sürüne sürüne ebedi sonuma ulaşırım zaten.”
            Ece kendini çok çaresiz hissediyordu. Ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Özgür bir çeşit sinir krizi geçiriyordu besbelli. Hastalığıyla ilgili bir şey miydi acaba bu?
“Özgür, bir şey mi oldu? Nereden çıktı şimdi bu sorular?”
“Her Berk adı geçtiğinde gözlerinden çıkan parıldamalardan olabilir. Süpermen’in ışınları bile bazen bu kadar etkili olamıyor.”
“Bunu nasıl söylersin? Berk benim iş arkadaşım. Tamam, belki biraz daha fazlası. Ama arkadaşlık sınırını geçecek kadar değil.”
“Bana yalan söylüyorsun. Herkes gibi sen de bana yalan söylüyorsun. Seni dinlemek istemiyorum. Bu kadar büyük bir yalanı sürdürebiliyor olman korkunç bir şey.”
“Büyük bir yalan mı? Büyük bir yalan mı? Sen büyük yalan görmemişsin.”
“Küçükken annemle bütün pembe dizileri mecburen izlemiştim halbuki.”
Özgür’ün her seferinde yaptığı gibi bu konuyu da dalgaya alması Ece’yi çileden çıkarttı.
“Özgür! Bir konuyu da ciddiye al. Beni çıldırtıyorsun bu huyunla. Gerçek olmayan bir şey için bana yaptıklarına bak! Annenin senden gizlediklerini öğrensen başımıza geleceklerden korkmalıyız demek ki.”
Son cümle ağzından çıkar çıkmaz yaptığı büyük hatanın farkına varan Ece dehşetle elini ağzına götürüp kelimelerin çıkmaya devam etmelerini engellemeye çalıştıysa da olan olmuştu artık.
“Sıkışınca eteğindeki taşlar ağır gelmeye başladı galiba? Annem ne gizliyormuş benden?”
            Öfkeli taarruza devam edemeyeceğini anlayan Ece çocuk hastalarıyla konuşurken kullandığı şefkat dolu ses tonuyla konuşmaya devam etme kararı aldı.
“Özgür, bazı şeyleri kurcalamadan bırakman herkesin yararına olur.”
“Sen de bir süre benimle konuşmasan senin yararına olur.”
Özgür hışımla odaydı terk etti, ayakkabılarını giydi ve evin kapısını çarparak dışarı çıktı. Ece gözü yaşlı bir şekilde Özgür’ün arkasından bakakaldı. Birden çok önemli bir şey hatırlamış gibi irkildi, saatine baktı ve telaşla kalkıp ayakkabılarını ve ceketini giydi. Evden tam çıkacakken gözü ayakkabılığın üzerindeki eczane poşetine takıldı. Onu da yanına aldı ve hala Özgür’ün öfkesi üzerinde hissedilen kapıyı yavaşça kapatarak evden çıktı.

20 Aralık 2011 Salı

"Son Melodi" Bölüm 27

-27-

Özgür, artık alışmış olduğu üzere yine bekleme odasında sekreter masasının karşısındaki yerini almıştı. Bu sefer onunla bekleyen kişi elindeki çakmakla oynayarak vakit öldürmeyi tercih ediyordu.
“Dostum, sence bu sandalyeler yanar mı?”
Manadan yoksun bakışlarla Özgür’e bakarak çakmağını çakan adam Özgür’ün ürpermesine sebep oldu. Bir süre karşısındakini tarttıktan sonra çekinerek cevap verebildi.
“Tabii, yanar sanırım.”
            Serkan “Ben de öyle düşünmüştüm,” dercesine Özgür’ün cevabını başıyla onayladı ve bir süre kendi başına çakmağıyla oynamaya devam ettikten sonra yeni bir soruyla geri döndü.
“Peki, senin pantolonun kolay yanar mı dersin?”
Bir kere daha çakmağın ucunda parlak bir alev belirdi.
“Sanırım.”
            Adam tekrar çakmağıyla ilgilenmeye başladığında Özgür masada duran bir dergiyi can havliyle kaparak meşgul olduğu izlenimini yaratmaya çalıştı. Bunun adamı durdurmayacağını tahmin etmeliydi.
“Şu halıyı ucundan yaksak acaba öbür uca kadar tutuşur mu?”
            Sabrının son demlerindeki Özgür mümkün olduğunca sakin bir şekilde cevap verdi.
“Muhtemelen.”
Yine aynı süreç yaşandı. Yaklaşık bir dakika kendi kendine düşünen adam yeni bir soruyla bakışlarını Özgür’e dikti. Ancak Özgür’ün ona konuşma fırsatı verecek sabrı kalmamıştı.
“Eminim bu odadaki her şey cayır cayır yanmaya müsaittir beyefendi.”
“Serkan!”
“Efendim?”
“Adım. Adım Serkan.”
            Özgür umursamaz bir ifadeyle başını çevirdi ve yerinden kalkıp sekreterin yanına yaklaştı.
“Berk Bey ne zaman müsait olacak acaba?”
“Ben de tam sizi çağıracaktım. Buyurun.”
Birlikte yürümeye başladılar. Serkan’dan uzaklaştığı her adım Serkan’ı daha da rahatlatıyordu.
“Ben ne zaman gelsem burada başka bir hasta oluyor. Neden hep önce ben giriyorum? Karım da burada çalıştığı için torpilli miyim yoksa?”
“Hayır, bizde torpil olmaz. Öyle tipler randevularına her zaman çok erken gelirler. Burada olmaktan hoşlanırlar. Çünkü belki de bir tek burada ciddiye alınıp, tabirimi mazur görün, adam yerine konuyorlar.”
“Benim hakkımda da mı böyle düşünüyorsunuz?”
Kırdığı potun farkına varan sekreter kızararak suçlulukla gülümsedi.
“Estağfurullah. Sözüm meclisten dışarı.”
            Konuştukça batmamak için aceleyle Berk’in kapısını çalan sekreter kapıyı açtıktan sonra hiç beklemeden aynı aceleyle yerine döndü. Özgür odaya girdi, Berk’e selam verdi ve kendini koltuğa bıraktı. Bu odada bir büyü vardı sanki. Koltuğun yumuşaklığında bir davetkarlık hissediyordu nedense. Ama bu Berk’e duyduğu bir güven değildi kesinlikle, daha çok mekanın yarattığı bir hissiyattı sadece.
            Berk masasının başından kalkıp Özgür’ün oturduğu koltuğun karşısındaki boş yere geçerken seansın başlamak üzere olduğunu bilen Özgür son kontrollerini yaptı. Hayır, Berk karşısında sinir krizi geçirmeyecekti. Ve hayır, ağlama belirtileri de göstermiyordu. Terapi esnasında kendini tamamen serbest bırakmamanın tedavi sürecini olumsuz etkilediğinin bilincinde olmasına rağmen elinden gelmeyen bir şekilde Berk’e karşı duvarlar örmeye başlıyordu her seferinde. Ona ayrılan bir saat boyunca duvarlar hasar görseler de o güne kadar asla tamamen yıkılmamışlardı. Bir sonraki sefer yeniden en sağlam hallerine döndürülerek tüm saldırılara göğüs gerebilsinler diye yeniden ön saflara yerleştiriliyorlardı.
            Berk elindeki defteri açtı, kalemini yazmaya hazır duruma getirdi ve bekler gözlerle Özgür’e bakmaya başladı. Özgür’e konuşmaya başlaması için biraz vakit vermesi gerektiğini artık öğrenmişti. Herhangi bir soru sormadan önce Özgür’ün herhangi bir yönlendirme olmaksızın anlatacak bir şeyleri olsun diye bekliyordu hep. Bazen beklentileri karşılık buluyordu, bazen de bugünkü gibi kendisi konuşmasa bir saat boyunca tek kelime etmeyecek son derece tedirgin bir hastayla baş başa kalıyordu.
            Özgür doktorunun işini yapmasını, terapiyi bir soruyla başlatmasını bekliyordu. Dilinin ucunda bir cümle, ne söylemesi gerektiğine bir türlü karar veremez bir şekilde öylece kalakalmıştı. Birden kapı açıldı ve odaya bir çocuk girdi. Etrafına bile bakmadan Özgür’ün ayak ucuna oturdu ve elindeki kovaya küreğiyle sözde kum doldurmaya başladı. Yeterince dolduğuna karar vermiş olacak ki küreği bir kenara bırakarak kovayı Özgür’ün kucağına yerleştirdi. Özgür şaşkın gözlerle çocuğun ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordu. Bir açıklama bekleyerek Berk’e baktı. Herhalde hastalardan birinin oğluydu bu gelen. Başka ne olabilirdi ki?
            Berk o günün her zamankinden zor geçeceğini Özgür odaya girer girmez anlamıştı aslında. Çok sıkkın görünüyordu. Normalde hastalarını kapıda karşılardı ancak Özgür’ün terapiye başlamadan önce biraz süreye ihtiyaç duyduğunu fark etmişti. İplerin kendi elinde olduğunu hissetmesi için biraz koltukta yalnız başına kalması ve kendini hazırlaması gerekiyordu. Aksi taktirde, Berk ona gerekli gördüğü kalkanları kuşanma fırsatını vermediğinde yani, tamamen içine kapanık, ağzından çıkan her cümle sonunu getirecekmiş gibi ürkek birine dönüşüyordu. Fakat bu sefer kalkanların darbeye karşı dayanıklı olmayacağı çok belliydi. Birkaç seanstır Özgür’ün çözülmeye çok yakın olduğunu hissediyordu zaten. Şimdi karşısında şaşkın bir şekilde ona bakan ve bir şeyler söylemesini bekleyen Özgür çaresizce dururken kararını verdi. Bu seansın kontrolü gerçekten de Özgür’ün elinde olacaktı. O konuşacaktı, Berk değil.
Özgür Berk’in çocuğu dışarı çıkartması için sekretere seslenmesini bekledi durdu. Ne Berk bir tepki veriyordu, ne de çocuk “Kim bu yabancı?” diye başını kaldırıp Özgür’e bakıyordu. Birden Özgür’ün, çaresizlikten belki de, gözleri doluverdi. Hayır, ağlama belirtileri göstermiyordu hani! Birden Berk’in çalışma masasının altından yaşı biraz daha büyük bir çocuk daha çıktı. Bir hışım yerde hala küreğiyle çukurlar kazan küçük çocuğun kolundan tuttu ve onu sertçe kaldırdı. Özgür’ün kucağından kovayı alıp çocuğun eline tutuşturdu. Adeta sürükleyerek odanın kapsına götürdü, kapıyı gürültüyle açtı ve çocuğu odadan dışarı attı. Fakat kendisi çıkmadı. Özgür’ün yanına döndü ve ona göz kırptı. Tanışıyorlar mıydı? Çocuk eliyle Özgür’ün oturduğu koltuğun arkasını işaret etti.
Berk Özgür’ün karşısında ilk defa ağlamasını olumlu bir sonuç olarak değerlendiriyordu. Demek ki gerçek duygularını serbest bırakmaya, ya da en azından artık kontrol edememeye başlamıştı. Bu da tedavide yol kat ettikleri anlamına geliyordu hiç şüphesiz. Berk ister istemez çıkardığı işle ve kendisiyle gurur duydu. Öyle biriydi, biraz ukala, biraz da kendini beğenmiş.
            Özgür Berk’in bütün bu olan bitene tepkisiz kalmasına anlam veremiyordu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da yaşadıklarına bir anlam yüklemeye çabalıyordu. Ama ne ağlamayı kesebiliyordu, ne de olanlara anlam verebiliyordu. Tedirgin bir şekilde çocuğun gösterdiği yöne döndü. Gördükleri karşısında bayılacağını sandı bir an. Aslı siyah elbisesi içinde tüm güzelliğiyle karşısında duruyordu. Yanında Özgür’ün çocukluk arkadaşları  beyaz kıyafetleriyle ona bakmaktaydılar. Özgür o ana kadar fark etmediği iki şeyi fark etti şimdi. Daha önce gördüğü iki çocuk da tamamen beyaz giyinmişti, ve evet, sanki onları bir yerden tanıyordu. Onları kesinlikle tanıyordu. Son kez Berk’e dönecek gücü buldu kendinde. Ancak gerisini getiremedi. Yaşlı gözleri elinde olmadan kapandı ve kendini zaten çok da gerçekçi olmayan gerçeklikten uzaklaşırken buldu. 

12 Aralık 2011 Pazartesi

"Son Melodi" Bölüm 26

-26-

Özgür, hayatı boyunca söz dinleyen bir insan olmamıştı. Ne annesinin uyarılarına, ne öğretmenlerinin öfkeli tehditlerine kulak asmıştı. Fakat şimdi, Ece’yle arasını düzeltmek uğruna girdiği bu yolun sonuna varmak istiyorsa tedaviye kendisini teslim etmesi gerektiğini bildiğinden terapistinin dediklerini yerine getirmeye karar verdi. Bulunduğu durum itibariyle doğru düzgün bir iş bulamayacağını ve çabalamanın kendisini daha da dibe göndereceğini düşünen Özgür kitap, film ve CD satan bir yerde kolayca işe girmeyi tercih etti. Çok geçmeden bütün gün bir yandan DVD’leri raflara dizip sattığı filmler hakkında bilgi toplarken diğer yandan gelen acayip müşterilerle ilgilenir olmuştu.
“Ne tür bir film istediğinizi söylerseniz size daha kolay yardım ederim beyefendi.”
“Valla ne bileyim. Şöyle hoplamalı zıplamalı bir şey olsun.”
“Örümcek Adam’ın son filmini vereyim.”
“Yahu, ne yaptın? Çocuk muyuz bir öyle filmler izleyelim. Yok mu yeni Van Damme filmi?”
“Valla  Van Damme benim bildiğim en son bir Türk filminde oynadı ama…”
            Cümlesi tamamlanmadan müşterisinin yüzünün ekşiyeceğini tahmin eden Özgür haklı çıktı.
            “Yok ya, Türk filmi istemem. Recep İvedik’in son filminden sonra izlediğim hiçbir Türk filmi tat vermemeye başladı. Adamlar işin kralını yapmışlar değil mi ama?”
“Gerçekten de öyle. Ben de çok takdir ediyorum Şahan Gökbakar’ı.”
“Kimi? Neyse boş ver yeri göğü de sen bana şöyle sıkı bir ajan filmi ver bakayım. Yok mu Bond…James Bond?”
“Olmaz olur mu!”
DVD’ler arasından son Bond filmini çıkartıp müşteriye uzattı.
“Buyurun.”
“Adamın karizmaya bak ya! Ya bir ara bir film vardı… Hani babası ikide bir oğlunu uygunsuz vaziyette yakalıyordu. Neydi o film?”
“Amerikan Pastası mı?”
“Hah, o! Yahu, ne hergele çocuktu o. Yok mu öyle şahane bir komedi filmin.”
“Valla şimdi… sizin zevkinize göre Korkunç Bir Film var. İkisi var onun. Üçü, dördü…”
“Tamam ondan ver. Güzeller mi bari?”
“Valla ne desem… Adları üzerlerinde. Korkunçlar yani.”
“Korkunç komikler diyorsun yani. Harika!”
Özgür ikinci DVD’yi de adama uzattı.
“Başka bir isteğiniz var mıydı?”
“Benim dokuz yaşında bir oğlum var. O da tutturmuş bir Sağut Parg diye bir çizgi film. Var mı onun kaseti sizde?”
“South Park… var ama… şey. Oğlunuzun yaşına pek uygun olmayabilir, korkunç sonuçlarla karşılaşmayın sonra.”
“Ya bırak bu işleri. Hugo ve Tolga Abi mi izlesin? Adam hiç yaşlanmıyor. Bu daha korkunç değil mi? Hem erkek adam her şeyi izler. Zaten evde Kartmın Kartmın diye dolaşıyor. Valla elim boş dönersem başımın etini yer.”
Özgür, çaresiz, üçüncü DVD’yi de adama uzattı. Bunun üzerine adam Özgür’e yaklaştı ve fısıldamaya başladı.
“Kardeş, şöyle daha ateşli videolar da bulunur mu sizde?”
            Özgür yarım ağız aklından geçenleri dillendirmekten kendini alamadı.
“Ha, artık asıl konuya girebiliriz diyorsunuz yani.”
“Efendim?”
“Yok artık dedim… ay yani yok dedim. Bizde öyle filmler bulunmuyor ne yazık ki.”
“Hay Allah.”
Adam elindeki filmlere isteksizce baktı. DVD’leri Özgür’e geri vermeye yeltendi önce, sonra vazgeçti.
“Neyse, bunları alayım bari. Sağ ol delikanlı.”
“Rica ederim.”
En sonunda adamdan kurtulan Özgür’ün gözü mağazanın bir köşesinde yerde oturmuş elindeki iki oyuncakla oynayan çocuğa takıldı. Çocuk, elindeki oyuncakları dövüştürüyordu.
            “Krallığımı elimden alabileceğini mi sanıyordun geri zekalının başkanı! Seni paramparça edeceğim.”
            Özgür çocuğa doğru yürümeye başladığında onun arada sesini değiştirdiğini fark etti.
“Asıl ben seni öldürüp cesedini denize atacağım, kimsecikler bulamayacak. Hıyaaaa!”
Çocuk ilk oyuncağı kenara bıraktı ve elinde kalanı konuşturmaya devam etti.
“Şimdi prensesime dönüp ona istediği çocuğu verebilirim. Ben ki krallığımı korumak için bu kadar yoruluyorum, prensim neler yapacak kim bilir. Sen ne dersin Okan.”
Çocuk solundaki boşluğa baktı ve güldü. Özgür’ün yüzünde endişeli bir ifade belirdi. Tam çocuğa bir şey söyleyecekti ki arkasından bir ses duydu.
“Delikanlı, sizde Melissa P.’nin filmi var mı ya?”
            Özgür yeniden kabus gibi üzerine çöken adama hemen geleceğini işaret ettikten sonra her zaman olduğu gibi oturduğu köşeden mağazaya gelen kadınları dikizlemekle son derece meşgul olan müdürünün yanına gitti.
“İsmail Bey, size dün de söylemiştim. Benim doktor randevum var. İzin verirseniz çıkabilir miyim?”
“Tabii. Ama yarın yarım saat fazla çalışacaksın haberin olsun. Şu baş ağrıların da bir türlü bitemedi zaten. Neyse çekil önümden, hatunu göremiyorum.”
“Teşekkür ederim. İyi günler.”

7 Aralık 2011 Çarşamba

"Son Melodi" Bölüm 25

-25-

Özgür bekleme odasındaki sandalyelerden birine oturmuş, randevu saatinin gelmesini bekliyordu. Bekleme odasında ondan başka sadece bir hasta daha vardı. Adam, iyi giyimli ve bakımlı biriydi. Elindeki dergiden zaman zaman kafasını kaldırıp Özgür’ü inceliyordu.  Sonunda dergiyi kapattı ve Özgür’ün yanındaki sandalyeye gelip oturdu.
“Merhabalar efendim. Adım Deniz. Sizinki nedir acaba?”
            Adamın kusursuz tonlamayla konuştuğu kusursuza yakın Türkçe’si Özgür’ü rahatsız etmişti nedense. Adama gülümsemeye çalıştı.
“Özgür.”
“Memnun oldum Özgür Bey. Yanılmıyorsam buraya ilk gelişiniz. Yoksa sizi mutlaka fark ederdim.”
“Buranın müdavimisiniz herhalde.”
“Öyle de denilebilir. Doktor bey her gün beni görmezse rahat edemiyor. Bir on beş dakika uğrar, doktorcuğumun çayını içer giderim. Buradakilerle artık ayrımız gayrımız yoktur. Benim sayılır buralar.”
“Nasıl yani?”
“Babam bu kliniğin sahibidir de.”
Çapkın bakışlarla sekretere dönüp baktı.
“Gördüğün gibi eleman alımlarında da pek başarılıdır.”
Gülerek dirseğiyle Özgür’ü dürttü.
“Sen ne dersin?”
Özgür göz ucuyla sekreteri incelemekten kendini alamadı.
“Başarılıdır eminim ki.”
Özgür konuşmaya devam etmek istemediğini belli etmek için uzandı ve masanın üzerinden ne olduğuna bakmadan bir dergi aldı. Fakat Deniz kolay vazgeçecek biri değildi. Uzandı ve Özgür’ün elindeki dergiyi alarak masanın üzerine bıraktı.
“İki çift laf ediyoruz dost meclisinde. Araya kadın dergisi sokmanın ne alemi var! Eşinizi ne kadar tanıyorsunuz testi. Sence bu testler doğru sonuç veriyor mudur? Bir insanı analiz etmek bu kadar kolaysa buraya para akıtanlar salak mı? Aman cevap verme. Söyleyeceğinden hoşlanamayabilirim.”
Özgür sadece adama bakmakla yetindi. Ne söyleyebileceğini bilmiyordu.
“Bir zamanlar ben de pilottum. Şimdi ne alaka diyeceksin. İnanır mısın, benim uçağım iki kere kaçırıldı. Adamları konuşa konuşa ikna ettim de kimsenin burnu bile kanamadı. Zamanında ben de ikna etme teknikleri üzerine bir kitap yazmıştım da. İyi bilirim bu işleri.”
“Ya, kitabınız satmış mıydı bari?”
“Çok satar olmuştu, Allah seni inandırsın. Daha sonra yayın evine icra geldi de tüm baskılar toplatılmak zorunda kaldı. Sonra hikayenizi filme çekelim dediler, Hollywood’dan bir yönetmen getireceklerdi de ben kabul etmedim. Bana sorarsan kitapların affedersin içine ediyorlar iki saate sıkıştıracağız diye. Kitap okumak varken sinemaya mı gidilirmiş?”
            Özgür, yine zoraki, gülümsedi.
“Ya, öyle hakikaten.”
“Neyse işte. Baktım bu edebiyattan bana ekmek çıkmayacak, siyasete atıldım. Ama görsen, nereye gitsem arkamda bir kalabalık. Bu ülkeyi sen kurtaracaksın nidaları arasında sandığa gittik de, sayımlarda bir karışıklık oldu herhalde, milletvekili seçilemedim.”
“Hay aksi.”
“Sonrasında işte bir holding kuruverdik, babam sağ olsun. Tavuk işine girdim ama kuş gribi çıkınca malum, benim iş de anında yerle bir. Sana bir ağabey tavsiyesi, bu dünyada işe gireceksen dikkatli olacaksın. Yarın öbür gün ne olacağı hiç belli olmuyor.”
“Sözünüzü dinlemeye çalışacağım, teşekkür ederim.”
“Sen neden geldin buraya?”
“Bazı sorunlarım var da, doktorla onları paylaşmak istedim.”
“Aferin, bu konuya açık olman çok iyi bir şey. Herkese karşı böyle dürüst olmalısın işte. O zaman hiçbir sorunun kalmaz hayatta. Ama iyi gördüm seni. İki üç seansa kalmaz işin biter senin. Çok mazi yapmazsın kendine bu sıkıcı yerde. Gerçi işin uzun sürse bizim cebimiz şenlenir, ama seni çok sevdim. Bir an önce iyileşmeni dilerim.”
Sekreter Özgür’ü düştüğü durumdan kurtardığı için ne kadar hayır duası aldığını bilmeden araya girdi ve doktorun onu beklediğini söyledi. Birlikte doktorun odasına doğru yürümeye başladılar.
“Umarım Deniz Bey çok başınızı ağrıtmamıştır.”
“Aksine, eğlendiğimi bile söyleyebilirim.”
“Kim bilir ne masallar anlatmıştır. Kendisi profesyonel bir yalancıdır. Dakika başına on yalan söylediği görülmüştür.”
“Tahmin etmeliydim. Anlattıkları gerçekten de ciddiye alınacak şeyler değildi.”
“Evet, her zaman anlatacak uçuk şeyler bulabilir.”
Sekreter doktorun kapısını çaldı ve kapıyı açtı. Özgür’ü içeri buyur ettikten sonra kapıyı kapattı ve yerine döndü. Berk Özgür’e gülümsedi ve ona koltuğa oturmasını işaret etti. Kendisi de masasından kalkıp Özgür’ün karşısındaki sandalyeye oturdu.
“Hoş geldin Özgür. Nasılsın?”
“İyiyim, teşekkür ederim. Siz nasılsınız?”
“Ben de iyiyim. Biliyorsundur, Ece bana durumundan az da olsa söz etti. Seninle bu konuda ne istersen konuşmaya hazırım. Ya da başka bir şey konuşmak istersen de söylemen yeter.”
“Kusura bakmazsanız pek vakit kaybetmemeyi tercih ederim. Yani, benim gibi delilere sizin uyguladığınız prosedür neyse hemen başlamanızı istiyorum. Ki biliyorsunuz, ben de psikoloji mezunuyum. Az çok bu işten anlarım yani.”
“Bu durum bizim işimize yarayacaktır. Peki, madem direkt konuya girmek istiyorsun… Hayatındaki bazı insanların gerçek olmadığını öğrendiğinde ne hissettiğini konuşalım mı?”
“Kendimi uzay boşluğundaymış gibi hissettim. Kafamı nereye çevirsem aynı boşluğu, aynı karanlığı görüyordum. O zaman anneme pek hissettirmemeye çalıştım. Sizlerden, daha doğrusu bizlerden birinin eline düşmek istemedim. Kendim, kendi yarattıklarımla baş edebilirim sandım. Türklerin klasik “bana bir şey olmaz” felsefesi işte. Radyasyonlu çay mı, bana bir şey olmaz. Arsenik oranı yüksek su mu, bana bir şey olmaz. Hayali insanlar mı, bana bir şey olmaz. “I see dead people” alt tarafı. Film gibi bir şey.”
“İşi espriye vurduğunu görüyorum. Hayatında ters giden şeylere hep böyle mi yaklaşırsın?”
“Gülümsemenin dertlere gölge düşürdüğüne inanırım, evet. Ama bu fikrimin bazı zararları oldu tabii. Mesela birçok şeyi haddimden fazla hafife aldım ne yazık ki.”
“Ve şimdi pişmansın.”
“Evet. Ama bana kalsa bu durum sonlanmazdı. Yani problemlerimle kendim başa çıkmaya, en azından çabalamaya devam ederdim. Ama Ece beni gelmeye ikna etti. Hatta benimle kalması için bunu şart olarak koştu.”
“Ece gibi birine sahip olduğun için çok şanslısın. Bu süreçte birinin arkanda olması, sana destek olması çok önemli. Sen de desteklerin en şahanesine sahipsin. Peki, şimdi onları ne sıklıkta görüyorsun?”
“Onları değil, onu. Yani genelde tek kişi oluyor. en azından bana gerçek olmadığını fark ettiren sadece bir kişi var şu aralar. Aslında, uzun zamandır ondan başkası olmadı. Aslı.”
“Onu ilk ne zaman gördün?
“Dershanedeydim. Bizim sınıfa gelmişti. Gelip benim yanıma oturmuş, çözemediğim bir soruya yardım etmişti. Sorunun formülünü bir türlü hatırlayamıyordum. O, hatırlamamı sağlamıştı. Aslına bakarsan bana çok yardım etti.”
Birden gözleri doldu ve ayağa kalktı.
“İzin verirseniz bugün daha fazla devam edemeyeceğim.”
“Tabii. Seni kesinlikle zorlamayacağım. Ne zaman istersen Ece’ye söyle, yeni bir saat ayarlayalım.”
“Tamam, teşekkür ederim.”
            Özgür odadan çıkıyordu ki Deniz yeniden konuşmaya başladı.
“Özgür, sana son bir şey söylememe izin ver. Lütfen bütün gün evde boş boş oturma. Kendinle baş başa kalman içindeki şeytanların çıkmasına olanak sağlar. Bir iş bul, çalışmaya başla. Yarı zamanlı bile olur. Ne yapmak istiyorsan, neden hoşlanıyorsan onunla ilgili bir meşgale bul kendine. Zorlanmalısın, kendini hayatını düzene sokmaya zorlamalısın.”
Özgür başını salladı, Berk’in elini sıktı ve odadan çıktı. Hemşirenin önünden geçerken Deniz’le göz göze geldi.
“Rahatlamış gördüm seni. Bu doktor bana ne kadar çok yardımcı oldu bilemezsin. Hiç derdim tasam yok.”
Özgür tepki vermeden çıkışa yöneldi. Arkadan Deniz’in sesini hala duyabiliyordu.
“Hemşire hanım, bugün ne kadar güzelsiniz. Bu güne kadar bunu hiç fark etmemiştim. Bu saç modeli size o kadar çok yakışmış ki.”
Özgür hafifçe güldü ve yürümeye devam etti. Bir iş bulmak ona gerçekten iyi gelebilirdi.