Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

26 Ekim 2014 Pazar

UYKU

Gözlerimi zor da olsa açmayı başardım. Buz gibi bir yüzeyin üzerinde hareketsizce yatıyorum ama hislerimin bana hizmet etmemeye başladığının da bilincindeyim. Zeminin soğuk olması gerektiğini biliyorum, mantık gereği. Ama vücudum mantığa başkaldırmış, hiçbir tepki vermiyor.

Cansız bedenim artık sadece katilimi bulmaya yarayacak ipuçları barındırdığı sürece değerli. Toprağa gömülüp çürümenin anlamsızlığını hesaba kattığımda bu çok da üzücü ya da saçma gelmiyor. Madem öldüm, daha doğrusu öldürüldüm; hala bir şekilde devam eden varlığımın bir sebebi olmalı. Adaletin yerini bulması falan fasa fiso… Benim sebebim, dışarıda bir yerlerde eminim ki hala hıçkırarak ağlayan annem ve babamın hak ettikleri intikamı almaları. Bana bunu yapanın gözünün içine bakmaya cesaret edemezler belki, onunla yüzleşmek ağır gelebilir. Ama hakkında çok kötü haberler alırlar, onun can acısı bizimkilerin neşesi oluverir, fena mı?

Nasıl bu kadar acımasız olabiliyorum, bilmiyorum. Hayatım boyunca böyle biri olmadım ben. Hep çok şefkatli, çok yufka yürekli bir kızdım. Demek ki cinayete kurban gitmek insana bunu yapabiliyor. Demek ki benim içimde de hayatım boyunca sakladığım, ama hayatım sona erince saklanacak yeri kalmayan gözünü kan bürümüş biri var. Elbette mecazi bir kandan bahsediyorum, kapalı gözlerimi parmaklıklar gibi ortadan ikiye bölen kirpiklerimin arasındaki kurumuş o koyu maddeden değil.

Ölürken hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti mi emin değilim. Ama geçmiş olmalı ki, ben onu izleyedururken son anlarımı yaşayamadım. Ben ağzımdan çıkan ilk kelimenin annemi ne kadar sevindirdiğini yeniden yaşamakla meşgulken nereden ve neden geldiğini bilmediğim katilim beni öldürmek üzereydi. Ama ben onu göremedim. Gördüysem de şu an hatırlamıyorum, önemli olan da bu.

Daha önce ölmedim, ölenle de konuşmadım malum. Hala burada olmamın normal bir şey olduğundan şüpheliyim. Sebebini bilmiyorum. Merak da etmiyorum gerçi. Eğer filmler yıllardır bana yalan söylemiyorsa önümde seçebileceğim iki yol var. Ya bu yeni normalimi kabullenip sınırlarımı keşfedeceğim heyecan ve macera dolu bir eğlenceye yelken açacağım, ya da hayatımdaki herkesi mercek altına alacağım polisiye bir öykünün içine dalacağım. Ömrü bol olsun, babam burada olsa gözünü kırpmadan hangisini tercih edeceğimi şıp diye söyleyiverirdi. Sonuçta ben küçükken, onun eşyalarını saklayıp etraflıca bir soruşturmanın ardından hem kaybolan objeyi, hem de suçluyu bulup ortaya çıkaran yaman bir dedektiftim. Şimdikinden çok daha acayip mizansenler kurgulayıp oynamıştım. Bu bana vız gelir. Okuldan eve, evden okula giden bir kızın ölümü ne kadar zorlu bir gizem taşıyabilir ki?

İlk iş olduğum yerden kalkıp arkamda bıraktığım cansız bedeni incelemeliyim. Yüzüm olanca sıradanlığıyla öylece duruyor işte. Demek ki kafama darbe yemedim, ya da lisedeyken girdiğim depresyonla keşfettiğimiz intihar eğilimim yine nüksetmedi. Tabii evde bulduğum her hapı mideye indirmiş de olabilirim, illa kafama kurşun sıkacak değilim ya… Bir bıçak yarası da göremiyorum. Gerçi objelerle etkileşime geçemeyen bir hayalet olduğumdan bedenimi ters çevirip arkadan almış olabileceğim muhtemel bıçak yaralarını kontrol edemiyorum ama kıyafetlerim sağlam gözüküyor. Belki de içkime zehir kattılar. Belki de Serdar’ı dinlemeyerek içtiğim o dördüncü bira beni bu hale getirdi. Öğreneceğim, biraz sabır.

Hayalet olmanın ne anlama geldiğini sorgulayacak vaktim yok. Belki de var, ama ben elimdeki sürenin miktarını bilmediğim için garanti olsun diye yokmuş gibi hareket edeyim, daha iyi. Önce gidip annem babam nasıl, onu göreyim. Ve evet, tahmin edilebileceği üzere göz açıp kapayıncaya kadar evimin, eski evimin daha doğrusu, salonundayım. Annem bu acı dolu gününde bile koltuğun kendisinin olduğunu onyıllar önce ilan ettiği köşesini başkasına kaptırmamış, onu görmeye alıştığım yerde öylece oturmuş yaşlı gözlerle tavanı seyrediyor. Babam ise bir sağa, bir sola hızlı adımlarla gidip geliyor. Sakinleşmeye çalışıyor gibi.

“Bunu nasıl yaparsın Aysel? Nasıl bu kadar sorumsuz olabilirsin?”

Neden bahsediyor ki? Cenazemle ilgili bir sorun mu çıktı acaba? Sahi, cenazelerin nereden kalkacağını falan kim, nasıl ayarlıyor? Fırsat bulursam birilerine sorayım bunu…

“25 yaşında kız dedim; sıkboğaz etmeyeyim, o kendini korur kollar dedim. Ne bileyim Hakan? Ne bileyim böyle olacağını? Bilsem yapar mıydım?”

Annemin beni sıkboğaz etmek istememesi hayatımda duyduğum en inanılmaz şey olabilir. Kendimi bildim bileli attığım her adımdan haberdar olan, ettiğim kelime sayısı beşi geçen herkesin şeceresini döküp kaydını tutan bir kadından bahsediyoruz. Üniversite hocalarımı arayıp derse girip girmediğimi kontrol etmekten çekinmeyen; haftada bir yurt odamı köşe bucak temizlemeye, ama aslında orada yaşadığım hayatı didik didik incelemeye gelen, işini de gücünü de ben bellemiş biri kendisi. Babamı bu kadar kızdıracak ne yapmış olabilir ki? Neyi es geçmiş olabilir?

“O senin kızın! Bunun 25’i 30’u yok! Sahip çıkacaksın. Çıkmazsan… Al işte.”

Gözleri dolu olmasa, gömleğinin yakası gözyaşlarıyla ıslanmamış olsa anneme böyle davrandığı için çok öfkelenirdim babama. Kadıncağızın bu olanlarda suçu ne? Neden onun üstüne bu kadar gidiyor ki?

“Elin it kopuğu her yerde. Hangi birine yetişeyim?”

Mesele şimdi anlaşıldı. Konumuz yine Serdar ve onun bana ne kadar uygunsuz bir damat adayı olduğu. Ne kadar tehlikeli, ne kadar ayyaş, ne kadar vurdumduymaz, ne kadar çulsuz, ne kadar çirkin, ne kadar işsiz, ne kadar cahil, ne kadar eğitimsiz ve daha kim bilir kaç tane olumsuz sıfat. Ve bu hükümlerin hepsi sadece bir saat sürebilmiş ve kimsenin ağzını bıçak açmamasıyla 45 dakikada bitivermiş bir akşam yemeğinin yadigarı. Zavallı Serdar hayatında ilk defa bir sevgilisinin ailesiyle tanışmanın dehşeti içinde, zavallı annem ve babam benim ciddi bir sevgilim olacağı yaşa geldiğimin idrakıyla mücadele halinde. Ve zavallı ben iki cephenin tam ortasında kalan ve olası savaşta ilk şehit olacak piyon.

“Dünyanın en klişe annesi ve babasının evladıyım. Ne bekliyordun? Oğlum diye seni bağırlarına basmalarını mı?”

“Hayır. Oğlum demesinlerdi de, bari bir Serdar desinlerdi. Ağızlarından hiç olmazsa ismim çıksaydı. Ne bileyim, adım adım özgeçmişimin üzerinden geçmeselerdi de bir nasılsın deselerdi.”

“Senin de beklentilerin galaksiler aşmış gelmiş. Hata bende, seni yeterince hazırlamadım. Yoksa ben neler yaşanacağını ezbere biliyordum, sana cümle cümle dizebilirdim.”

“Dizseydin!”

“O zaman ne sürprizi, ne eğlencesi kalacaktı Allah aşkına? Bak, artık eskisi gibi misin? Müthiş bir deneyim yaşadın, sen eski sen değilsin. Mis!”

Serdar bizim okulun karşısındaki kafede iş başında, müşterilerden sipariş almakla meşgul. Yazık, sevgilim öldü, depresyondayım, işe gelmeyeceğim deme lüksünün olmaması ne kadar üzücü. Evet, kendi durumuma değil, Serdar’ın bu halde bile çalışmak zorunda olmasına üzülüyorum. Bu kadar bencillikten uzağım, huyum kurusun.

“Hemen getiriyorum efendim. Beş dakikaya çıkar.”

Serdar koşar adımlarla mutfağa yönelirken ben de her zaman yaptığım gibi peşine takılıyorum. Tek fark, bu sefer beni fark edip yüzünde muzip gülümsemesi arkasına dönerek yakasından düşmemi söyleyemiyor. Şakacı çocuk… Getirdiği tostlar, hamburgerlerle karnımı doyurduğu için mi; yoksa iki lafından birinde beni güldürmeyi başardığı için mi aşık oldum ona bilmiyorum. Onun yaşındaki bizler yolun öteki tarafında kendimize müthiş ve şüpheye hiç mahal yok ki parıl parıl kariyerler inşa ededururken onun burada gelen geçene çay dağıtıyor oluşu itiraf etmeliyim ki hep canımı acıtmıştır. Serdar’ın da acıtıyordur belki, ama bugüne kadar hiç çaktırmadı. Arada bir tartıştığımızda gözünde parlayan öfkede bunu okuyor olsam da yüksek ihtimal kuruntu yapıyorum. Yoksa onun kadar akıllı biri neden çalışıp benimkinden daha iyi bir üniversite kazanmasın ki? Neden bu kafe köşesinde sürünmeyi tercih etsin. Bu bir insanın aklı başında tercihi olabilir mi sahiden? Daha iyisini bilerek ve isteyerek, elinin tersiyle itmek… Son derece saçma.

“Abi, adamlar on dakikadır hamburger bekliyorlar. Gözünü seveyim çabuk ol, yoksa üzerime ketçap döküp beni yiyecekler.”

“Oğlum, otur bir soluklan. Çıkarıyorum işte. Ne tez canlı oldun sen bugünlerde? Kanın kaynıyor resmen.”

Buradakiler bana ne olduğunu bilmiyor mu?

“Keyfimden mi yapıyorum abi? Durmuyor müşteriler işte, kıtlıktan çıktılarsa demek…”

“Git bu şakalarını sevgiline yap sen. Neydi adı? Bak, yine Devrim diyesim geliyor…”

Cemalettin Abi adımı bilmiyor mu?

“Devin abi, Devin. Yüz milyonuncu kez, Devin.”

“Öyle ad mı olurmuş? Sonra suçlu ben oluyorum hatırlamadım diye. Hah, git ona yap bu afranı tafranı.”

Serdar hiçbir şey söylemeden daha üst ekmeği tam yerleştirilmemiş iki hamburgeri alarak mutfaktan kaçıyor, gözümün önünde, tepki vermeden. Ne yani, beni gününün büyük çoğunluğunu birlikte geçirdiği insanlara hiç mi anlatmadı? Ve bu beni neden bu kadar rahatsız ediyor?

Aklıma Cem geldi. Uzun zaman sonra ilk kez… Lisede benim her şeyim olan, benim hiçbir şeyi olamadığım, fakat bu gerçekten haberdar olmadığım için kendimi kandırarak bambaşka dünyalar kurduğum, o dünyalar yıkılınca da onlarla beraber yokluğa uzanmak istediğim günleri hatırlıyorum. Annemin beni doktor doktor gezdirmesini, babamın sanki bebekliğime dönmüşüm gibi masallar eşliğinde uykulara yatırmaya çalışmasını… Kullanmaya başladığım ilaçların yan etkisiyle ortaya çıkan bitmek bilmez üşümelerimi, öksürüklerimi, nefes alamamalarımı, korkunç baş ağrılarını… Ben bunları Serdar’a anlattım mı acaba, hatırlamıyorum. Anlattıysam eğer, bana aynı şekilde kazık atmazdı herhalde, değil mi?

Yurttaki odamdayım. Oda arkadaşım Merve ortalarda yok. Bakıyorum yokluğumu fırsat bilip yatağımın üzerini kütüphane olarak kullanmaya başlamış, tüm ders kitaplarını yığıvermiş. Beni hiç sevmezdi zaten, ama o da insan sonuçta, azıcık da olsa üzülmüştür, değil mi? Belki de sevinmiştir, Serdar boşta kaldı, kıyafetlerim dilediğince kullanımına açıldı, makyaj malzemelerim emrine amade oldu diye. Bana bak ya, ne kadar sıradan şeyler düşünmeye başladım. Çünkü bir kızın başka bir kızla yegane problemi bunlar olabilirmiş gibi kendimce hikayeler uyduruyorum. Kim bilir ne derdi vardı benimle. Uyurken horluyor muydum acaba? Ya da çok mu dağınıktım da arkamı toplamaktan bıkmıştı?

“Aşkım sen beş dakika bekle, ben üstümü değiştireyim, çıkarız hemen.”

Kapının açıldığını duymamışım. Ee Merve burada, yanında da daha önce hiç görmediğim bir kız var. Kime aşkım diyor ki bu?

“Tamam, sıkıntı yok. Benim gibi beş dakikada hazırlanıp çıkamayacağını kabullendim ben artık. O yüzden sen o beşi yirmi beş yap, beklentilerimi ona göre ayarlayayım ben de. Kırk beş dakikaya çıkmış oluruz.”

Kız… Merve’ye cevap veriyor. Kız… Aşkım? Cevap veren, kız. Cesedim çürüdükçe o kadar iğrenç bir insana dönüşüyorum ki şu an aklımda sadece Merve’nin benden nefret etme sebebinin bana olan büyük ve iflah olmaz aşkına karşılık alamaması olduğu var. Güzellik başa bela derler hep. Demek bir de cidden güzel olsam ne canlar yakacakmışım… Yoksa güzel miyim ne? Neyse…

“Şu kızın ilaçlarını neden hala çöpe atmadın? Biri dolabında bu kadar hap olduğunu görecek, başın belaya girecek sonra. Reçetede adın yok, bir şeyin yok…”

“Haklısın. Atacağım da… Günlerdir bir türlü elim gitmedi işte. Biliyorsun… Zaten içmiyordu ki. Haftalardır öylece duruyorlar orada.”

İçmiyordum tabii. Sanki bilmiyor, acayip uykumu getiriyor o ilaçlar. Derslerden bir şey anlamıyorum sonra. Aman, onlar işlerine baksın. Ben odayı incelemeye geldim, dikkatimi dağıtmayı kesseler de işime baksam. Gerçi belli ki annem gelip her şeyi toparlayıp götürmüş. Sanki bu odada hiç yaşamamış gibiyim. İlaçlarım dışında burada benden eser yok. İsabet olmuş. Bir türlü sevememiştim zaten.

“Nedenini bilmek istiyorum sadece. Benim kızım nasıl bu kadar akılsızca bir şey yapmış olabilir?”

Zaman, mekan iyice karıştı. Kaç gündür böyleyim, neler oluyor, ipin ucu kaçtı. Annemle babam televizyonda adını bilmediğim bir dizi izliyorlar. Annem izlemeye çalışıyor da, babam fırsat vermiyor gibi.

“Defalarca uyardık, dikkat et dedik, çok tehlikeli dedik, sonu kötü dedik.”

“Yeter! Yeter artık! Sayıklamayı kes. Suçlamayı kes. İzin ver bitsin. Ne olur, dayanamıyorum. İzin ver, gitsin.”

“Gitti zaten, neye izin vereceğim daha?”

“Yapma… Böyle yapma. Ne demek istediğimi çok iyi biliyorsun. Sen uyardın işte. Ben uyardım. Daha başka ne yapabilirdin. Dinlemeyeceği varsa hiçbir şekilde dinlemeyecekti zaten.”

“Yediremiyorum kendime, olmuyor işte. Sanki başına daha önce gelmedi. Sanki biz aynı şeyleri iki kere atlatıp ölümden dönmedik.”

Nasıl bu kadar aptal olabildim bilmiyorum. Küçüklüğümde tıkır tıkır işleyen dedektiflik becerilerim kullanmaya kullanmaya pas tutmuş demek ki. Oysa bir polisiye davada sorulması gereken ilk soruyu nasıl unuturum? Benim ölümüm kime yaradı? Hiç istemediği bir ilişkiden kurtulan Serdar’a mı, yanımda bir türlü kendi gibi davranamayan Merve’ye mi, hayatı boyunca gözünü üzerinden ayırmamak zorunda olduğu birinin yükünü daha fazla taşıyamayan anneme mi, daima üstte olması gereken ve her türlü tartışmada kullan kullan tükenmeyecek bir koza kavuşan babama mı? Bilseydim bu kadar küçük, bu kadar sıkıcı bir hayat yaşamazdım. Baksanıza, katil zanlılarım bile ne kadar sıradan, ne kadar tahmin edilebilir. Benim gibi nice davaları geride bırakmış, nice olaylar çözmüş bir dedektif için müthiş bir hayal kırıklığı. Ne bir keyfi var, ne de heyecanı. Boşuna yaşamışım gibi, boşuna harcamışım ya da… İnsan biraz da geride bırakacaklarını düşünür, öteki tarafa çalışır, değil mi ama? Yazıklar olsun… Öldürülmenin de bir ilginçliği, insanı çözümünü heyecandan kalbi ata ata bekletecek yanları olur benim bildiğim. Benimkinde? Sıfır. Tam benden bekleneceği gibi… Başka ne olacaktıysa? Yaşarken bir işe yaramışım gibi ölümümün ardından bir işe yaramayı nasıl bekliyorsam? Bari gerçekten, bedenim bana ihanet etmese de katilimin kim olduğunu söyleyiverse polislere.

“Başının arkasına sert bir darbe almış. Aysel Hanım, Hakan Bey. Kızımız… Kızımız hala ilaçlarını düzenli kullanmıyormuş sanırım. Biliyorsunuz, defalarca söyledim. Bilinç kayıpları yaşamaması için saat bile aksatmaması lazımdı. Allah korusun… Ne diyorum… Bayılırken başının arkasını masanın kenarına çarpmış. Oradan da mermer zemine… Çok üzgünüm.”

Kullanmıyorum tabii. Çok uykumu getiriyorlar. Derslerden hiçbir şey anlamıyorum. Beni uyuşturuyorlar. Zaten az olan varlığımı da elimden alıyorlar. Ne yapayım?

Bu dava böyle bitmeyecek değil mi? Dosya böyle kapanmayacak yani… Bu kadar anlamsız ve saçma mı yani?

Acaba… Acaba başıma o darbeyi vuran kim? Hangi cisimle vurdu? Annem mi? Ya da babam? Belki de Serdar. Yok, yok… Kesin Merve. Kaltak!

20 Eylül 2014 Cumartesi

SELAM VER

O ilk notayı duyduğumda şarkıyı geçmeliydim. Yapmalıydım bunu. Çünkü beni sarıp sarmalamasına izin verdiğim zaman ne yapsam kurtulamıyorum pençesinden. Sanki bilmiyorum. Sanki bunu daha önce yüzlerce kez yaşamadım.

Ama yapmıyorum işte. Nedenini sormayın, ben de tam bilmiyorum. Enstrümanlar bir bir devreye girip bu dünyadan olamayacak kadar güzel bir birlikteliğe yelken açarken şarkının başlayacak sözlerine hiç hazırlıklı olmadığımı fark ediyorum. Fakat artık çok geç. O adam, o ağzından çıkan her lafla beni mahveden adam şarkıya girdi bile.

Duruyorum. Bir sürü insanın alelacele, kim bilir nereye yetişmek için koşarcasına yürüdüğü dar bir sokakta olmama; benim de aslında yetişmem gereken bir yer olmasına aldırmadan öylece kalakalıyorum. Bu şarkı öyle başka iş üzerindeyken ikincil bir aktivite olarak değil, pür dikkat dinlenmeyi hak ediyor çünkü. “Kafanın içinden uzak durmaya çalış, orada en acayip şeyleri yarattığını gördüm,” diyor adam. Gözlerimin içine bakması ve şarkıda adımı geçirmesi eksik sadece…

Bir anda bir güneş tutulması tüm ışığımızı alıp götürüyor. Zifiri karanlıkta kalıyoruz. Ben ve en az benim kadar kendinden habersiz sokak arkadaşlarım. Ani bir ses duyup kafamı sağa çeviriyorum. Başımın üstündeki balkondan saksı mı düştü, nedir? Ses durmuyor. Tırabzanlar bağlı oldukları demirden kopup yer çekimiyle sevişmeye başlıyor. Aralarına tuğlaları, camları, kuruması için asılmış kıyafetleri, uydu alıcılarını, su oluklarını ve daha birçok şeyi katarak beni yerimden sıçratan sese güç katıyorlar. Her yer zifiri karanlık olduğu için daha ötesini, diğerlerinin verdiği tepkileri göremiyorum. Olduğu yere çakılan, adım atsa kafasına sert bir darbe yiyip öleceğini düşünen bir tek ben miyim, merak ediyorum. Bir süre sonra fark ediyorum ki etrafımda adım atacak alan kalmamış. Büyükbaş hayvanları mezbahaya yönlendiren labirentin son düzlüğünde sakinleşmeleri için tüm bedenlerini daracık bir mekanizmaya sıkıştırırlar ya, aynı durumda olduğumu anlıyorum. Sakinleşmem lazım, çünkü şu anda yapabileceğim başka hiçbir şey yok. Tek bir şey bile. Dünyam etrafımda yıkılır, beni de beraberinde yok ederken elimden ne gelir ki?

“Ne olmuş yani? Belki kendine bakmaktan seni gerçekten görememiştir. Bu senin ya da onun hakkında neyi değiştirir ki?”

Kendime geliyorum ve derin bir nefes alıyorum. Güneş yerli yerinde duruyor işte. Tuğlalar, camlar, kuruması için asılmış kıyafetler, uydu alıcıları, su olukları ve daha birçok şey. Hepsi yerli yerinde. Bana yan gözle bakan ve ne yaptığımı anlamaya çalışan birkaç meraklı göze aldırmıyorum. Çünkü ben de en az onlar kadar bunu merak ediyordum. Her zaman yaptığım gibi kafamı dinlediğim şarkıya emanet ediyor, günümün geri kalanını hangi ruh haliyle geçireceğimin kontrolünü ellerine bırakıyorum. O da sağ olsun taşıması güç bir melankoli ile beni baş başa bırakarak kulaklarımı terk ediyor. Yürümeye devam ediyorum. Yetişmem gereken yeri ve buluşmam gereken kişiyi artık umursamıyorum zaten de, iflah olmaz kibarlığım her şekilde sözümün arkasında durmamı gerektiriyor işte. İki elim kanda da olsa Hande’yle buluşacağım.

Hayatımda belki de ilk defa bir yere geç kalıyorum.

“Oo, paşam. Ben de tam kalkıyordum, beyimiz teşrif etmeyecek herhalde diyerekten.”

Hande beni bir türlü üzerinden atamadığı delikanlı kız imajıyla karşılıyor, hiç şaşırtmayarak. Nerede kaldığımı, neden geciktiğimi merak etmiyor. Maksat, kendine has zannettiği üslubuyla iki cümle daha kurabilsin. Bu kadar.

“Kusura bakma. Bir şeye takıldım, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişim.”

“Yeni manita deme!”

Ne zaman dedim ki?

“Yok yahu! Ne alakası var? Kafam dağınık bugünlerde, bir türlü toparlanamıyorum. Sebebini sorsan, ki sormazsın, adını koyamıyorum bir türlü. Öyle boktan bir durum işte.”

“Boktanmış hakikaten. Boş ver ya, üzme sen o tatlı canını. Ne ısmarlayayım paşama?”

Daha onuncu dakikasında kendimi öldüresiye sıkılacağımı bildiğim halde başkalarıyla buluşmayı neden hala inat ve ısrarla kabul ediyorum, bilmiyorum. İlk karşılaşmadaki heyecanım yerini müthiş bir can sıkıntısına bıraktığında kaçıp gidemeyeceğim apaçık ortadayken kendime neden bu kötülüğü yapıyorum? Hala beni kendi dünyamdan çekip çıkarabilecek birine rastlama ümidim var, ondan belki.

Hande’ye ne cevap verdim, bilmiyorum. Ama ağzımdan bir şey çıkmış olacak ki başında ellili yaşlarında şişman ve bıyıklı bir adamın beklediği kasaya doğru yürümeye başlıyor. Kulağımda kulaklıklarım olmamasına rağmen bugünüme bayrağını diken şarkıyı yeniden dinlemeye başladığımı fark ediyorum. Kafamın derinlerinde bir yerlerde çalıyor ve böyle olduğunda durdurma tuşunu arasam da bulamayacağımı bunca yıl sonra kabullendiğim için kılımı bile kıpırdatmıyorum.

“Arkana yaslanma dostum. Orada seni ileriye taşıyacak pek bir şey yok.”

 Mekanın çok tozlu olduğunu düşünmek istiyorum, zira bir anda, olduğum yerde ağlamaya başladıysam sonumuz fena. Neyse ki Hande masaya dönüyor da dikkatim dağılıyor.

“Al bakalım sodanı. Ee, anlat. Ne ayaksın sen? Ne bu Karadeniz’de gemileri batmış hallerin?”

Cevap verebilmek için zihnimde bir cümle inşa etmeye başlıyorum. Durumu fazla deşmesine izin vermeyecek ve birkaç soru daha sormasına gerek bırakmayacak kadar tatmin edici bir cümle olmalı. Ben düşünedurayım, Hande’nin gözlerinden akmaya başlayan kırmızı sıvıyı fark ediyorum. Makyajı akıyor diye geçiriyorum içimden, kan olacak hali yok ya! Birden bir akordeon gibi büzüşmeye ve yok olmaya başlıyor. Kafedeki diğer insanlar da, aynı şekilde. Tahtaların çatırtı sesleri geliyor. Masalar ve sandalyeler kendilerine savaş açan zihnime beyaz bayrağı çekip yere seriliyorlar. Tavşan kanı diye tabir edilebilmekten çok uzak bir çay ihtiva eden çaydanlık, altında yanan ateşin baskısına dayanamayarak patlayıveriyor. İki dilim bayat ekmeğin arasına sıkışmış kaşarlar tost makinesinin kenarlarından akıp çok geçmeden tezgahta kururken, soğuk içilmesi salık verilen içecekleri belli belirsiz duyulan bir motor sesiyle tam da öyle tutmayı amaç bellemiş dolap görevinden istifa ediyor ve dumanlar çıkarmaya başlıyor.

“Selam ver.”

“Hop! Alo! Sana diyorum! Mecnun mu oldun oğlum? Kim yaptı sana bunu, söyle kıstırıp pata küte dalayım kıza. Yemin ediyorum, bak. İki lafına bakar.”

“Saçmalama Hande. Dedim ya, kafam dağınık diye. Kendime gelirim dedim, kalktım geldim de, olacak gibi değil. İznini istesem? Başka zamana sözleşsek?”

“Farkındayım, dağınık olan bir tek kafan değil. Yine gidip gidip geliyorsun bir yerle ya, hayırlısı. Oğlum, sen bırakmıştın böyle şeyleri. Dünya’ya dönmüştün hani, artık sana ulaşmak için NASA’yı aracı kullanmıyorduk falan. Ne oldu? Bir gün kendini öldüreceksin. Bu kadar düşünme her boku. Valla bak, cidden gerek yok.”

Yine bir cevap düşünmeye başlıyorum ama bu sefer boşa kürek çekmeye halim olmadığından ayağa kalkıyorum. Bana kimse bir şey yapmadı desem neye yarar? Aşk acısı değil bu, ya da adı konmayan bir mutsuzluk. Benimki artık tıpkı sağlıklı beslenme gibi, tam bir yaşam biçimi. Sağlıksız var olma. Adı da bu olsun, belki moda olur da üzerine kitaplar yazarak hiç olmazsa zengin olurum. Ama şu anda boşa konuşup kendimi de, onu da yormak istemiyorum. Bu ikimize de haksızlık olur. Hikayemi anlatmaya başlasam belirsizliğinden başımız döner, içinde kayboluruz. Öyle ya da böyle sonuna geldiğimizde de sayfalar dolusu saçmaladığım ortaya çıkıverir, rezil olurum. İlkokuldan kalma pis bir alışkanlıkla hikayenin ana fikri neydi diye düşünmeye kalkarsa hele, iyice meydana çıkar foyam. Hiçbir şey söylemediğim, söyleyemediğim anlaşılır. Çok şey söylüyorum aslında; bazen çok, bazen az kelimeyle. Bazen uzun, bazen kısa cümlelerle. Her gittiğim yer benim, her konuştuğum kişi bana ait, her sohbet benim eserim, her masa benim sahnem. Onunla yapacaklarım bitince, artık bana bir şey katmayacağını bencilce fark ettiğimde tepeme çöküveren ve benden bağımsız var olmaya devam edemeyen bir sahne.

Selam ver.

Şarkı yeniden çalmaya başlıyor. İlk kelimelerle yeniden giriyorum aynı döngüye. Artık Hande’nin yanında olmamalıyım. Benim mantığımla ben onun yanından gidince yok olacak çünkü. O zaman soru işaretleri de gidecek, merakı da, bodoslama dalıp sorduğu saçma sapan ama itiraf etmem gerekirse bir o kadar mantıklı soruları da…

Koşar adımlarla buluştuğumuz kafeden uzaklaşıyorum. Hande arkamdan bakıyor mu, ya da ne düşünüyor zerre umurumda değil. Umurumda olmayacağını o da biliyor ya, içim biraz da bu yüzden rahat. Beni tanıyor. Hayatımdaki herkes beni tanıyor. Artık garip hareketlerimi bir noktadan sonra yargılamayı kesmeleri gerektiğini, başka türlü yanımda sağ kalamayacaklarını biliyorlar.

Sokak bitiveriyor. Karşıdan karşıya geçmek için yola adım attığımda ayağım bir su birikintisine basıyor da acayip şiddetli bir yağmurun yağdığını fark ediyorum. Güneş bir yere gitmemiş ama, sanki göz yaşlarını üzerimize akıtıyormuş gibi tepemizden bakıyor. İçlerinden güneş ışınları geçen damlaların biri kırmızı, biri mavi, biri yeşil, biri turuncu… Üstümü başımı olduğumdan daha koyu bir renge boyuyorlar, sanki dışım içimi yansıtmak zorundaymış gibi. Saçlarım gözlerimin üzerine düşüyor, daha fazla dışarıya bakmayıp içimi görmem gerektiğini söylercesine. Bir yandan kafamda şarkının artık gına getiren gitar tınıları dönüp dururken diğer yandan sol taraftan gelen korna seslerini duyuyorum, acı acı. İki ayağım yolun ortasındaki su birikintisinin içinde ıslanırken bakışlarımı sesin geldiği tarafa çeviriyorum. Bir araba hızla bana yaklaşıyor ve tam çarpacağı sırada ortadan ikiye bölünüp beni bağışlıyor. Bana çarpmayacağından emin olduktan sonra yeniden birleşip yoluna devam ederken arkasından bakakalıyorum. Yağmur damlaları, benim üzerimde çalışırken yeterince yorulmamış olacaklar ki, onu da göz kamaştıran bir parlaklığa boyuyorlar.

Selam ver.”


Kafamın içinden uzak durmalıyım. Orada en acayip şeyleri yaratıyorum. Durmaksızın.