Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

20 Eylül 2014 Cumartesi

SELAM VER

O ilk notayı duyduğumda şarkıyı geçmeliydim. Yapmalıydım bunu. Çünkü beni sarıp sarmalamasına izin verdiğim zaman ne yapsam kurtulamıyorum pençesinden. Sanki bilmiyorum. Sanki bunu daha önce yüzlerce kez yaşamadım.

Ama yapmıyorum işte. Nedenini sormayın, ben de tam bilmiyorum. Enstrümanlar bir bir devreye girip bu dünyadan olamayacak kadar güzel bir birlikteliğe yelken açarken şarkının başlayacak sözlerine hiç hazırlıklı olmadığımı fark ediyorum. Fakat artık çok geç. O adam, o ağzından çıkan her lafla beni mahveden adam şarkıya girdi bile.

Duruyorum. Bir sürü insanın alelacele, kim bilir nereye yetişmek için koşarcasına yürüdüğü dar bir sokakta olmama; benim de aslında yetişmem gereken bir yer olmasına aldırmadan öylece kalakalıyorum. Bu şarkı öyle başka iş üzerindeyken ikincil bir aktivite olarak değil, pür dikkat dinlenmeyi hak ediyor çünkü. “Kafanın içinden uzak durmaya çalış, orada en acayip şeyleri yarattığını gördüm,” diyor adam. Gözlerimin içine bakması ve şarkıda adımı geçirmesi eksik sadece…

Bir anda bir güneş tutulması tüm ışığımızı alıp götürüyor. Zifiri karanlıkta kalıyoruz. Ben ve en az benim kadar kendinden habersiz sokak arkadaşlarım. Ani bir ses duyup kafamı sağa çeviriyorum. Başımın üstündeki balkondan saksı mı düştü, nedir? Ses durmuyor. Tırabzanlar bağlı oldukları demirden kopup yer çekimiyle sevişmeye başlıyor. Aralarına tuğlaları, camları, kuruması için asılmış kıyafetleri, uydu alıcılarını, su oluklarını ve daha birçok şeyi katarak beni yerimden sıçratan sese güç katıyorlar. Her yer zifiri karanlık olduğu için daha ötesini, diğerlerinin verdiği tepkileri göremiyorum. Olduğu yere çakılan, adım atsa kafasına sert bir darbe yiyip öleceğini düşünen bir tek ben miyim, merak ediyorum. Bir süre sonra fark ediyorum ki etrafımda adım atacak alan kalmamış. Büyükbaş hayvanları mezbahaya yönlendiren labirentin son düzlüğünde sakinleşmeleri için tüm bedenlerini daracık bir mekanizmaya sıkıştırırlar ya, aynı durumda olduğumu anlıyorum. Sakinleşmem lazım, çünkü şu anda yapabileceğim başka hiçbir şey yok. Tek bir şey bile. Dünyam etrafımda yıkılır, beni de beraberinde yok ederken elimden ne gelir ki?

“Ne olmuş yani? Belki kendine bakmaktan seni gerçekten görememiştir. Bu senin ya da onun hakkında neyi değiştirir ki?”

Kendime geliyorum ve derin bir nefes alıyorum. Güneş yerli yerinde duruyor işte. Tuğlalar, camlar, kuruması için asılmış kıyafetler, uydu alıcıları, su olukları ve daha birçok şey. Hepsi yerli yerinde. Bana yan gözle bakan ve ne yaptığımı anlamaya çalışan birkaç meraklı göze aldırmıyorum. Çünkü ben de en az onlar kadar bunu merak ediyordum. Her zaman yaptığım gibi kafamı dinlediğim şarkıya emanet ediyor, günümün geri kalanını hangi ruh haliyle geçireceğimin kontrolünü ellerine bırakıyorum. O da sağ olsun taşıması güç bir melankoli ile beni baş başa bırakarak kulaklarımı terk ediyor. Yürümeye devam ediyorum. Yetişmem gereken yeri ve buluşmam gereken kişiyi artık umursamıyorum zaten de, iflah olmaz kibarlığım her şekilde sözümün arkasında durmamı gerektiriyor işte. İki elim kanda da olsa Hande’yle buluşacağım.

Hayatımda belki de ilk defa bir yere geç kalıyorum.

“Oo, paşam. Ben de tam kalkıyordum, beyimiz teşrif etmeyecek herhalde diyerekten.”

Hande beni bir türlü üzerinden atamadığı delikanlı kız imajıyla karşılıyor, hiç şaşırtmayarak. Nerede kaldığımı, neden geciktiğimi merak etmiyor. Maksat, kendine has zannettiği üslubuyla iki cümle daha kurabilsin. Bu kadar.

“Kusura bakma. Bir şeye takıldım, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişim.”

“Yeni manita deme!”

Ne zaman dedim ki?

“Yok yahu! Ne alakası var? Kafam dağınık bugünlerde, bir türlü toparlanamıyorum. Sebebini sorsan, ki sormazsın, adını koyamıyorum bir türlü. Öyle boktan bir durum işte.”

“Boktanmış hakikaten. Boş ver ya, üzme sen o tatlı canını. Ne ısmarlayayım paşama?”

Daha onuncu dakikasında kendimi öldüresiye sıkılacağımı bildiğim halde başkalarıyla buluşmayı neden hala inat ve ısrarla kabul ediyorum, bilmiyorum. İlk karşılaşmadaki heyecanım yerini müthiş bir can sıkıntısına bıraktığında kaçıp gidemeyeceğim apaçık ortadayken kendime neden bu kötülüğü yapıyorum? Hala beni kendi dünyamdan çekip çıkarabilecek birine rastlama ümidim var, ondan belki.

Hande’ye ne cevap verdim, bilmiyorum. Ama ağzımdan bir şey çıkmış olacak ki başında ellili yaşlarında şişman ve bıyıklı bir adamın beklediği kasaya doğru yürümeye başlıyor. Kulağımda kulaklıklarım olmamasına rağmen bugünüme bayrağını diken şarkıyı yeniden dinlemeye başladığımı fark ediyorum. Kafamın derinlerinde bir yerlerde çalıyor ve böyle olduğunda durdurma tuşunu arasam da bulamayacağımı bunca yıl sonra kabullendiğim için kılımı bile kıpırdatmıyorum.

“Arkana yaslanma dostum. Orada seni ileriye taşıyacak pek bir şey yok.”

 Mekanın çok tozlu olduğunu düşünmek istiyorum, zira bir anda, olduğum yerde ağlamaya başladıysam sonumuz fena. Neyse ki Hande masaya dönüyor da dikkatim dağılıyor.

“Al bakalım sodanı. Ee, anlat. Ne ayaksın sen? Ne bu Karadeniz’de gemileri batmış hallerin?”

Cevap verebilmek için zihnimde bir cümle inşa etmeye başlıyorum. Durumu fazla deşmesine izin vermeyecek ve birkaç soru daha sormasına gerek bırakmayacak kadar tatmin edici bir cümle olmalı. Ben düşünedurayım, Hande’nin gözlerinden akmaya başlayan kırmızı sıvıyı fark ediyorum. Makyajı akıyor diye geçiriyorum içimden, kan olacak hali yok ya! Birden bir akordeon gibi büzüşmeye ve yok olmaya başlıyor. Kafedeki diğer insanlar da, aynı şekilde. Tahtaların çatırtı sesleri geliyor. Masalar ve sandalyeler kendilerine savaş açan zihnime beyaz bayrağı çekip yere seriliyorlar. Tavşan kanı diye tabir edilebilmekten çok uzak bir çay ihtiva eden çaydanlık, altında yanan ateşin baskısına dayanamayarak patlayıveriyor. İki dilim bayat ekmeğin arasına sıkışmış kaşarlar tost makinesinin kenarlarından akıp çok geçmeden tezgahta kururken, soğuk içilmesi salık verilen içecekleri belli belirsiz duyulan bir motor sesiyle tam da öyle tutmayı amaç bellemiş dolap görevinden istifa ediyor ve dumanlar çıkarmaya başlıyor.

“Selam ver.”

“Hop! Alo! Sana diyorum! Mecnun mu oldun oğlum? Kim yaptı sana bunu, söyle kıstırıp pata küte dalayım kıza. Yemin ediyorum, bak. İki lafına bakar.”

“Saçmalama Hande. Dedim ya, kafam dağınık diye. Kendime gelirim dedim, kalktım geldim de, olacak gibi değil. İznini istesem? Başka zamana sözleşsek?”

“Farkındayım, dağınık olan bir tek kafan değil. Yine gidip gidip geliyorsun bir yerle ya, hayırlısı. Oğlum, sen bırakmıştın böyle şeyleri. Dünya’ya dönmüştün hani, artık sana ulaşmak için NASA’yı aracı kullanmıyorduk falan. Ne oldu? Bir gün kendini öldüreceksin. Bu kadar düşünme her boku. Valla bak, cidden gerek yok.”

Yine bir cevap düşünmeye başlıyorum ama bu sefer boşa kürek çekmeye halim olmadığından ayağa kalkıyorum. Bana kimse bir şey yapmadı desem neye yarar? Aşk acısı değil bu, ya da adı konmayan bir mutsuzluk. Benimki artık tıpkı sağlıklı beslenme gibi, tam bir yaşam biçimi. Sağlıksız var olma. Adı da bu olsun, belki moda olur da üzerine kitaplar yazarak hiç olmazsa zengin olurum. Ama şu anda boşa konuşup kendimi de, onu da yormak istemiyorum. Bu ikimize de haksızlık olur. Hikayemi anlatmaya başlasam belirsizliğinden başımız döner, içinde kayboluruz. Öyle ya da böyle sonuna geldiğimizde de sayfalar dolusu saçmaladığım ortaya çıkıverir, rezil olurum. İlkokuldan kalma pis bir alışkanlıkla hikayenin ana fikri neydi diye düşünmeye kalkarsa hele, iyice meydana çıkar foyam. Hiçbir şey söylemediğim, söyleyemediğim anlaşılır. Çok şey söylüyorum aslında; bazen çok, bazen az kelimeyle. Bazen uzun, bazen kısa cümlelerle. Her gittiğim yer benim, her konuştuğum kişi bana ait, her sohbet benim eserim, her masa benim sahnem. Onunla yapacaklarım bitince, artık bana bir şey katmayacağını bencilce fark ettiğimde tepeme çöküveren ve benden bağımsız var olmaya devam edemeyen bir sahne.

Selam ver.

Şarkı yeniden çalmaya başlıyor. İlk kelimelerle yeniden giriyorum aynı döngüye. Artık Hande’nin yanında olmamalıyım. Benim mantığımla ben onun yanından gidince yok olacak çünkü. O zaman soru işaretleri de gidecek, merakı da, bodoslama dalıp sorduğu saçma sapan ama itiraf etmem gerekirse bir o kadar mantıklı soruları da…

Koşar adımlarla buluştuğumuz kafeden uzaklaşıyorum. Hande arkamdan bakıyor mu, ya da ne düşünüyor zerre umurumda değil. Umurumda olmayacağını o da biliyor ya, içim biraz da bu yüzden rahat. Beni tanıyor. Hayatımdaki herkes beni tanıyor. Artık garip hareketlerimi bir noktadan sonra yargılamayı kesmeleri gerektiğini, başka türlü yanımda sağ kalamayacaklarını biliyorlar.

Sokak bitiveriyor. Karşıdan karşıya geçmek için yola adım attığımda ayağım bir su birikintisine basıyor da acayip şiddetli bir yağmurun yağdığını fark ediyorum. Güneş bir yere gitmemiş ama, sanki göz yaşlarını üzerimize akıtıyormuş gibi tepemizden bakıyor. İçlerinden güneş ışınları geçen damlaların biri kırmızı, biri mavi, biri yeşil, biri turuncu… Üstümü başımı olduğumdan daha koyu bir renge boyuyorlar, sanki dışım içimi yansıtmak zorundaymış gibi. Saçlarım gözlerimin üzerine düşüyor, daha fazla dışarıya bakmayıp içimi görmem gerektiğini söylercesine. Bir yandan kafamda şarkının artık gına getiren gitar tınıları dönüp dururken diğer yandan sol taraftan gelen korna seslerini duyuyorum, acı acı. İki ayağım yolun ortasındaki su birikintisinin içinde ıslanırken bakışlarımı sesin geldiği tarafa çeviriyorum. Bir araba hızla bana yaklaşıyor ve tam çarpacağı sırada ortadan ikiye bölünüp beni bağışlıyor. Bana çarpmayacağından emin olduktan sonra yeniden birleşip yoluna devam ederken arkasından bakakalıyorum. Yağmur damlaları, benim üzerimde çalışırken yeterince yorulmamış olacaklar ki, onu da göz kamaştıran bir parlaklığa boyuyorlar.

Selam ver.”


Kafamın içinden uzak durmalıyım. Orada en acayip şeyleri yaratıyorum. Durmaksızın.