Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Ağustos 2011 Çarşamba

"Son Melodi" Bölüm 2


-2-

Adım Özgür. Beş yaşımdayım. Bugün babam işten erken gelecek. Sırf benim için. Beni parka götürmek için. Annem gitmemizi istemiyor. Niye bilmiyorum ama babamın eve erken geleceğinden pek memnun değilmiş gibi sanki. Belki de parkta koşup terlememden korktuğu içindir. Ama ona söz verdim, terlemeyeceğim. Kendime dikkat edeceğim. Düşüp dizimi yaralamayacağım. İki hafta önceki yaram daha yeni iyileşti. Aslında kabuğunu sürekli koparıp atmasaydım çok daha çabuk iyileşirdi ya… Kendimi tutamadım. Neyse.
Babamı çok seviyorum. Özellikle de beni parka götürdüğü günler. Diğer günlerde de seviyorum tabii ama parka gitmek bir başka. Salıncakta beni o sallayabilsin diye bana hala sallanmayı öğretmedi. Ama ben etraftaki çocuklara bakarak öğrendim. Ayaklar bir ileri, bir geri. Önemli olan zamanlama. Babam olmadığı zamanlarda kendi kendime o kadar hızlı sallanıyorum ki, salıncaktan fırlayıp göklere ulaşacağımı zannediyorum bazen. Söylemiyorum babama, yaptığım bu tehlikeli şeyi de, nasıl sallanacağımı bildiğimi de. Beni sallamak onun hoşuna gidiyor. Beni sallaması benim hoşuma gidiyor.
Annem bizimle parka gelmiyor. Keşke gelse. Belki babam onu da salıncakta sallar. Belki de hızlıca ileri geri giderken, her an fırlayıp göklere ulaşabileceğini zannederken annem mutlu olur. Yüzü bile güler belki. Çünkü neredeyse hiç gülmüyor. Biliyorum, hafızam çok gerilere gidemez. Zaten şunun şurasında ne kadar öncesini hatırlayabilirim ki? Daha altı yaşımdayım. Ama annemin gülüşünü hatırlamadığımı fark ettiğimde yine de üzülüyorum. Hafızamın erişemediği günlerde gülüyordu belki, bilmiyorum. Ama düşününce ben böyle bir an aklıma getiremiyorum. Bu beni üzüyor. Annemin de benim kadar gülmesini istiyorum. Benim kadar mutlu olmasını. Babam da istiyor tabii. Hep şakalar yapıyor ona. Komiklikler yapıyor. Bazen anneannemi taklit ediyor, o kadar komik oluyor ki. Bazen de annemin ağzından laflar söylüyor, “Bugün yine gittim on tane ruj aldım. Çok param var benim, lüküs hayat, yan gel de yat” diye. Ben çok gülüyorum, ama annem bir türlü gülmüyor. Belki nasıl yapılacağını unutmuştur. Birinin ona yeniden öğretmesi gerekiyordur belki. Aysel Öğretmen yardımcı olabilir belki. Yuvada bana sayıları çok iyi öğretti. Anneme de gülmeyi öğretebilir. Gerçi, o da pek gülmüyor ya… Neyse.

                                                                       ***

            Adım Özgür. Altı yaşımdayım. Masanın altındayım, kimse beni görmesin diye. Gerçi beni görecek halleri yok. Çok korkuyorum. Herkes bağırıyor. Annem de, babam da. Ne oluyor anlamıyorum. Yüksek sesle konuşunca daha mı anlaşılır oluyor cümleleri? Ben kesinlikle anlamıyorum. Ağlıyorum. Erkekler ağlamaz dedi babam, ona söz verdim ben de erkeğim, ben de ağlamam diye ama dayanamıyorum. Erkekler üzüntüden ağlamazlar hem. Sinirden ağlayabilirim. Ya da korkudan. Herkes korkar. Herkes ağlar. Babam da ağlıyordur herhalde bazen. Annemin ağladığını biliyorum, okuldan döndüğüm zaman bazen kapıyı çalmak yerine eve anahtarımla giriyorum. Duymuyor beni, odasında ağlıyor oluyor bazen. Şimdi bir tek ben ağlıyorum. Annem sinirli. Babam da öyle. Annemi susturmaya çalışıyor ama annem susmuyor. Durmadan konuşuyor. Neden bahsettiğini bir anlayabilsem. Biraz daha yakından dinlemek istiyorum. Belki ses buraya düzgün ulaşmıyordur, ne bileyim. Ama ben yanlarına yetişemeden annem susuyor zaten. Babam onu susturmanın bir yolunu bulmuş demek ki. Annem yanağını tutarak odadan koşarak kaçıyor. Beni fark etmiyor bile. Babama bakıyorum, sakinleşmiş gibi. Yüzünde garip bir boşluk var. Ne düşündüğünü bilmiyorum, ama sanki burada değil gibi, uzaklara gitmiş gibi.
            Odama dönüyorum. Biraz oyuncaklarımla oynuyorum, üzüntüm geçsin diye. Annem geliyor sonra. Yüzümü avuçlarının arasına alıyor. Bunu hep yapar. Tüm dikkatimi ona vermemi istediği zamanlarda. Ben de bu isteğine uyarım. Dikkatle söyleyeceklerini dinlerim. Bu sefer söylediklerini anlayamıyorum ilk başta. Anlamak istemiyorum. Gerçek olamaz çünkü. Babam gitmiş olamaz. Ellerinin arasından kurtuluyorum. Annemlerin yatak odasına koşuyorum. Yok. Mutfağa bakıyorum. Yok. Tuvalete gidiyorum. Yok. Evin her odasına bakıyorum. Evin hiçbir odasında bulamıyorum. Sokak kapısına koşuyorum. Bir an, sanki ona yetişebilirim zannediyorum. Ayakkabılıkta ayakkabısı yok. Gerçekten gitmiş galiba. Kapıyı açmaya çalışıyorum ama kilitli. Anahtar kapının üst kilidinde. Benim boyum oraya uzanmıyor ki! Gözüm, ayakkabılığın üzerinde duran resmimize takılıyor. Durduramıyorum kendimi, yine ağlıyorum. Erkekler ağlamaz dedi babam; ama o zaten burada olmadığına göre beni göremez. Hem ben ağladığım zamanlarda da hala kendimi erkek gibi hissediyorum. Aksini kim söyleyebilir ki?

                                                                       ***

            Adım Özgür. Altı yaşımdayım. Annem geçen hafta bir gün odama geldi. Artık okula başlayacağımı, koca adam söyledi. Benden bir şey saklamak istemediğini de ekledi. “Baban öldü,” dedi. “Hayır,” dedim. “O gitti, ama gelecek.” Başını salladı, bunun doğru olmadığını söyledi.  Babam gitmişti doğru, ama gelmeyecekti. Gelemeyecekti.
Eğer erkekler gerçekten ağlamıyorduysa o gün benim erkek olmadığımın kanıtı olabilir. Sabaha kadar, hiç durmadan ağladım. Ertesi gün de öyle. Sonra ara ara durmaya başladım. Sonra ara ara ağlamaya başladım. Sonra… gözyaşlarım  durdu. Bilmiyorum neden. Ama canım daha az acıyordu. Kendimi bu yüzden çok kötü hissettim önce, suçluymuşum gibi. Sonra o da durdu. Bilmiyorum neden.

                                                                       ***

            Adım Özgür. Altı yaşımdayım. Bugün okula başlıyorum. Çok heyecanlıyım. Ve çok korkuyorum. Bir haftadır odamdan bile çıkmadım. Okula gitmekten vazgeçmiştim ilk başta, ama annem böyle bir şansım olmadığını söyledi. Kaydım yaptırılmıştı, kıyafetlerim ve kitaplarım alınmıştı. Bu sene okula başlamak zorundaydım.
Annem beni sınıfa kadar çıkarıyor. İçeri girip oturduğumu gördüğünde de arkasına bile bakmadan gidiyor. Başkalarının anneleri onlarla sınıfta bekliyor. Benimki neden burada değil? Yerimden kalkıyorum ve sınıfın en arkasında hala boş olan bir sıraya oturuyorum. Burası daha iyi. Hem kimse bana ilişmez, hem ben buradan herkesi rahatlıkla görebilirim.
            Bütün sıralar dolmuşken sınıfa yeni biri geliyor. Sarışın, mavi gözlü bir çocuk. Hiç etrafına bakmadan, hiç başka sıralarda yer var mı diye merak etmeden benim oturduğum sıraya yaklaşıyor. İzin bile istemeden oturuveriyor yanıma. Konuşmuyor, sadece gülümsüyor. Benim de elimden başka bir şey gelmiyor, ben de gülümsüyorum.

                                                                       ***

            Adım Özgür. Yedi yaşımdayım. Cam kenarında oturmuş, dışarıyı seyrediyorum. Mahalledeki çocuklar top oynuyorlar. Eskiden hiç böyle olmazdı, ama son günlerde benim de canım onlarla oynamak istiyor. Ama kimse kapımızı çalıp beni de maça çağırmadığı için gidemiyorum.
            Annem yanıma geliyor. Ne yaptığıma bakıyor. Dışarı çıkmak istediğimi anlıyor.
            “Hadi sen de çık oyna biraz. Akşam yemeği hazır olunca ben sana seslenirim.”
            Çekiniyorum, cesaret edemiyorum.
            “Hadi ama!”
            İtiraz etmiyorum. Ayakkabılarımı giyip sokak kapısını açıyorum. Hava çok güzel. Ne çok sıcak, ne çok soğuk. Top oynayan çocuklara yaklaşıyorum. İçlerinden biri beni fark ediyor. Ve yüzünü buruşturuyor. Adımlarım yavaşlıyor. Çocuk gülmeye başlayınca arkadaşlarının da ilgisini çekiyorum. Onlar da çocuğun kahkahalarına katılıyorlar. İçlerinden biri deli işareti yapıyor. Ben deli değilim ki! Bu da nereden çıktı? Gözlerim doluyor. Bunu görmemeleri gerektiğini biliyorum. Arkamı dönüyorum ve eve doğru koşmaya başlıyorum.
            Evden çok uzaklaşmamış olmama rağmen nedense sokak kapısına bir türlü ulaşamıyorum. Birden, biri kolumdan tutuyor. Bir çocuk bana yetişmiş. Benden ne istiyor ki? Elinde iki tane oyuncak var. Birini bana uzatıyor. Nedenini anlayamıyorum önce. “Oynamak ister misin?” diyor. Hiç düşünmeden “Evet,” deyiveriyorum. 

                                                                       ***

            Adım Özgür. Sekiz yaşımdayım. Annem mutfakta akşam yemeğini pişiriyor. Annemin gözlerinin üzerimde olmadığı ender zamanlar annemin yemek pişirdiği zamanlar. Bu şanslı dakikalarda istediğimi rahatça yapabiliyorum. Bugün kafama koydum, annemin odasındaki sandığı açacağım. Geçen gün dolabımda babamın gömleğini bulunca oraya kaldırdı, gördüm. Onu geri almalıyım. Üzerinde hala babamın kokusu var. 
            Annemin odası hiç değişmiyor. Hep düzenli, hep mis kokulu. Değişen tek şey benim odaya girince hissettiklerim. Burada, ben de en az annem kadar yalnız hissediyorum kendimi. En az onun kadar üzgün oluyorum. Şimdi, annem küp küp soğan doğrarken yardım etmem için beni çağırmamasına şükrediyorum ve sandığın başına geçiyorum. Kapağı açarken bir gıcırtı yükseliyor eski tahtalardan. Annem duymasın diye dua ediyorum, duymuyor. İlk bakışta gömleği göremiyorum. Bir sürü şey var bu koca sandıkta. Danteller, masa örtüleri, nevresim takımları. Daha derinlere inmeliyim. Elimi sokuyorum, daha derinlere iniyorum. Kat kat kaldırıyorum sandığın içindekileri. Sonlara doğru, elim sert bir şeye çarpıyor. Ne olduğunu görmek için sarılı olduğu örtüyü açıyorum. Bu bir silah. Silahın ne olduğunu biliyorum. Televizyonda gördüm. Beni korkutmuyor. Bizim evde olduğuna göre bizi korumak için burada demektir. Ama içimde bir yerde biliyorum, annem beni elimde silahla görse aklını kaçırır. Kim bilir nasıl bir tepki verir. Silahı örtüye sarıp yerine koyuyorum. Çıkarttıklarımı teker teker sandığa geri koyuyorum. Babamın gömleğini aradığım çıkıyor aklımdan, hatırlayamıyorum. Aklımda olan tek şey silah ve onu elime alınca hissettiğim garip duygu. Titriyorum.

                                                                       ***

            Adım Özgür. Sekiz yaşımdayım. Ve bu yaşa gelmeme rağmen hala bisiklete binmeyi bilmiyorum. Geçenlerde okuldakiler benimle dalga geçtiler bu yüzden. Belli etmemeye çalıştım ama çok üzüldüm. Bana bisikleti binmeyi öğretecek bir babam yok diyemedim. Hem desem, kesin benimle daha fazla dalga geçerlerdi. Ben de daha fazla üzülürdüm.
            Annemden bana bir bisiklet almasını istedim. Neyse ki isteğimi ikiletmedi. Ama nasıl bineceğimi de göstermedi. Ben, önümde bisikletim, şaşkın bakışlarla ne yapacağımı düşünüyorum. Tabii ki üzerine oturmam gerektiğini, hızla pedalları çevirmem gerektiğini falan biliyorum. Ama az önce denedim, pedalları çevirme aşamasına gelemeden dengemi kaybedip düşüyorum. Önce dengede durmayı öğrenmem lazım. Ve bunu parktaki diğer çocuklara rezil olmadan yapmalıyım.
            Ayağım yerde. Zar zor yetişiyor. İçimden sayıyorum. Bir… İki… Üç… Hemen ayaklarımı pedallara koyuyorum ve düz gitmeye çalışıyorum. Ama sanki ellerimin kontrolleri benden alınmış gibi, bir sağa bir sola gidiyorlar. Bisiklet de ne yana gideceğini şaşırıyor. Kaçınılmaz olarak düşüyorum. Kaçınılmaz olarak canım acıyor.
            Sonra parkın öteki tarafından bir çocuk bana yaklaşmaya başlıyor. İlk önce benimle alay etmeye geldiğini zannediyorum. Daha o ağzını açmadan kalbim kırılmaya başlıyor. Ama beni şaşırtan bir şey yapıyor o, bana yaklaştıkça fark ediyorum ki gülümsüyor. Bana gülmüyor, gülümsüyor. Bu ikisi arasında ne kadar büyük bir fark olduğunu o an anlıyorum.
            “Merhaba. Adım Ali. İstersen sana yardım edebilirim. Ben iki senedir bisiklete binebiliyorum. Çok iyi sürerim.”
            “Merhaba. Ben de Özgür. Şey… Gerçekten de yardıma ihtiyacım var galiba.”
            Endişeli gözlerle etrafa bakıyorum. Kimse bizimle ilgilenmiyor gibi. Hem şimdi yalnız değilim, beceriksizliğimi benimle paylaşan biri var. Benimle dalga geçemezler, ancak bizimle dalga geçebilirler ki bu da çok umurumda olmaz sanırım.

                                                                       ***

            Adım Özgür. Dokuz yaşımdayım. Bugün sünnet olacağım.
            Sünnet denen lanet olası şeyi ilk duyduğumdan beri bugün gelmesin diye dua ediyordum. Nasıl bir şey olduğunu çok merak etmeme rağmen evde adını bile ağzıma almıyordum ki annemin aklına gelip derhal bir sünnetçiye koşturup kesim işine başlamasın. 
            Sonra korkunç bir şey oldu. Annemin bir arkadaşı oğlunun sünnet düğünü için bize davetiye yolladı. Posta kutusunda davetiyeyi gördüğümde onu anneme iletmeden yok etmeyi akıl etmeliydim. Salak kafam. Başıma iş açtım. Annem davetiyeye baktı ve “Artık senin de sünnet zamanın geldi de geçiyor,” dedi. Aman ne iyi! “Madem ki geçiyor, bırakalım geçsin,” dedim. Gülmekle yetindi.
            Ve işte beklenen gün geldi çattı. Annem bana bir takım elbise aldı. Bir gömlek. Ve üzerinde Mickey Fare resmi olan bir kravat. Gömlek boğazımı sıkıyor, giyince nefes alamıyorum. Ama annem bu şikayetime kulak vermeden sıkı düğmelerin üzerine bir de kravat bağlıyor, daha da çok boğulayım diye sanırım. Yolda hiç konuşmuyorum. Kaçış planları hazırlıyorum kafamda, uygulamaya geçirecek kadar cesur olmadığımı bile bile.
            Annem beni sandalyeye oturtturuyor. O gün benimle birlikte sünnet olacak üç çocuk daha var. Onların aileleri kalabalık, herkes bir gösteri seyrediyormuşçasına toplanmış şamata yapıyor. Sıra bana geliyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. O kadar kalabalık ki, bir çırpıda koşup saklanamayacağımın farkındayım. Biri beni mutlaka yakalar. Kendimi rezil etmenin alemi yok. Sünnetten sonra erkek olacakmışım. Öyle dediler. Demek ki bugüne kadarki hiçbir ağlamamda bir sorun yokmuş, madem bugünden önce erkek değilsem. Bundan sonra da ağlamam artık. Erkek olmadan önce son bir kez ağlasam sorun olmaz sanırım. Erkekler ağlamaz ama ben daha erkek değilim ki.
            Sünnetçi bana yaklaşıyor. Çok şişman, çok çirkin. Burada olmasaydı keşke. Hastalansaydı, gelemeseydi. Ama o burada, ve çok sağlıklı gözüküyor. Kahretsin.
            Anneme bakıyorum. Ama annem bana bakmıyor. Yanında oturan biriyle sohbet ediyor. Bu ilgisizliğe neden şaşırmıyorum acaba? Gözüm biraz sağa kayıyor. Kalabalığın içinde birini görüyorum. Bir çocuk. Yok, adam. Genç. Yumruğunu sıkmış, bana güçlü olmamı öğütlüyor. Her şey olup biterken gözünü bir an olsun benden ayırmıyor. Ben de ondan. Hep gülümsüyor. Ben ağlıyorum, ama içimden ben de ona gülümsüyorum.

                                                                       ***

            Adım Özgür. On yedi yaşımdayım. Dershanedeyim, test çözüyorum. Şu matematiği kim icat etmiş bilmiyorum ama elime geçemeyecek kadar ölü olduğu için seviniyorum. Bir şey bu kadar mı kafa karıştırıcı olur? Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, girmiyor kafama işte. Neyse ki benim acınası halim son bulsun diye birileri zili çalıyor, ders bitiyor. Herkes dakikalardır bu ana geri saymış gibi saniyesinde dışarı koşuyor. Kantine bir şeyler yemeğe, kapı önüne sigara içmeye, tuvalete ihtiyaç gidermeye. Ben, sınıfın en arkasındaki sıramdan kıpırdamıyorum. Çantamdan CD çalarımı çıkarıp kulaklıkları takıyorum. Annem, yemek almam için verdiği tüm paraları CD’lere harcadığımı bilse ne kadar kızar? Ama bu aralar beni sakinleştiren, mutlu eden tek şey müzik. Sevdiğim bir şarkıyı yirmi kere üst üste dinleyince hiç derdim tasam kalmıyor. Ne yazık ki dershanemizin teneffüsleri ancak iki şarkı uzunluğunda. Olsun, bu kadarı bile bir sonraki dersi çekilir kılacak enerjiyi veriyor bana.
            Sınıfta benden başka kimse olmamasından cesaret alıp dinlediğim şarkıya eşlik etmeye başlıyorum. Bir yandan elimdeki kalemle ritim tutarken, diğer yandan daha ilk dinlememde ezberlediğim sözleri çığırıyorum. Sesim o kadar kötü ki, şarkı söyleyişimi ancak çığırmak olarak niteleyebiliyorum.
            Ben tam şarkının en can alıcı yerinde, en yüksek notasında boğazımı paralarken içeri bir kız giriyor. Güzelliği karşısında nefesim kesiliyor. Upuzun saçları var, ilk dikkatimi çeken bu. Siyah, upuzun saçlar. Sonra mavi gözleri var. Hani içinde kaybolunan gözlerden bahseden şarkılar vardır ya… Ne demek istediklerini o an anlıyorum. Derhal sesimi kesiyorum, benimle ilgili ilk tanık olduğu şey kart sesim olsun istemiyorum. Geliyor, başka oturacak yer yokmuş gibi yanıma ilişiyor. Keşke sabah parfüm sıkmayı unutmasaydım.
            “Selam, ben Aslı.”
            Elimdeki kalemi alıyor ve önümde açık duran test kitabına bakıyor.
            “Ee, soruların yarısını çözmemişsin.”
            “Şey… evet. Özgür. Adım yani, Özgür. Matematikle aram pek iyi değil ne yazık ki.”
            “Ben sayılarla uğraşmayı çok severim. Anlamadığın konularda sana yardımcı olabilirim istersen.”
            “Gerçekten mi? Hayatımı kurtarırsın. Buradaki hocaların bana yarayacağı yok. Çok teşekkür ederim.”
            “Ne demek!”
            Bana gülümsüyor. O kadar güzel bir gülümsemesi var ki, inanamıyorum.

30 Ağustos 2011 Salı

"Son Melodi" Bölüm 1


                                                                       -1-

Ev, dışarıdan bakıldığında çok davetkar gözüküyordu. Böyle bir evde yaşayan aile çok mutlu olmalıydı. Belli ki hiç para sorunları yoktu. Bahçe çok güzel düzenlenmişti. Çiçekler, köşede bir barbekü, iki ağaç arasına kurulmuş ancak hiç kullanılmamış bir hamak, kocaman bir yemek masası ve etrafında sandalyeler.
İki genç eve doğru yürüyordu. Gülüşmeleri komşular tarafından duyulabilecek kadar yüksek sesliydi. Tabii eğer komşular dışarıda olan bitene kulak kabartacak kadar meraklı insanlar olsalardı.
Evin girişine yaklaşırken genç adam adımlarını hızlandırarak kızın önüne geçti. Okul çantasını açtı ve içinden ev anahtarını çıkarttı. Kapıyı açtıktan sonra bir adım geri çekildi ve önce kızın içeri girmesine izin verdi. Sonra onu takip ederek eve girdi ve ardından kapıyı kapattı. Anahtarını kapının girişindeki ayakkabılığın üzerinde bulunan çanağın içine bırakarak kıza döndü. Kızın gözü, çanağın yanında antika bir çerçeve içinde duran aile fotoğrafındaydı. Çocuk, annesi ve babası hiç silinmeyecekmiş gibi kendinden emin gülümsemelerle kıza bakmakta; sanki ne kadar mutlu olduklarını tek bir kare ile ona kanıtlamak istemekteydiler.
            “Sen burada bekle. Ben anneme geldiğimizi haber vereyim.”
Özgür tam gitmek üzereyken aniden döndü ve telaşla, hızlı bir şekilde konuşmaya başladı.
“Ya da istersen mutfağa geç, eminim masanın üstünde atıştıracak bir şeyler vardır. Salonda da oturabilirsin. Televizyonun kumandasını bulmak için biraz uğraşman gerekebilir gerçi. Her zaman saklanacak mükemmel bir yer bulur. Lavaboyu kullanmak istersen…”
Kız gülerek Özgür’ün sözünü kesti.
“Sakin ol! Ben başımın çaresine bakarım, merak etme. Evde kaybolacağımı düşünmüyorsun herhalde. Hadi sen git annene haber ver, ben seni mutfakta bekliyorum.”
Özgür, komutanından emir almışçasına bir asker selamı çaktı. Kızdan uzaklaştı ve holde yürümeye başladı. Annesine seslendi. En sonunda onu, odasında telefonla konuşurken buldu. Annesinin odası antika ahşap mobilyalarla doluydu. Komodininin üzerinde dantel örtüler vardı. Aynasının hemen tepesinde ise oğlu, kocası ve kendisinin bir resmi durmaktaydı. Resimde Özgür küçüktü, dört beş yaşlarındaydı en fazla. Kadın oğlunu görünce gülümsedi, esner gibi yaptı ve “Tam kırk dakika oldu,” diye fısıldayarak hayıflandı. Sonra telefondaki kişiyle konuşmaya devam etti.
“Evet, evet haklısın!”
Özgür gülmekten kendini alamadı. Gardıroba yaslandı ve telefon konuşmasını dinlemeye başladı.
“Ee, senin emekliliğine çok mu var ki?”
Özgür dalga geçer bir ses tonuyla, sadece annesinin duyabileceği bir şekilde araya girdi.
“Konuşmanın başında çok vardı ama artık az bir şey kalmış olsa gerek.”
Kadın gülerek gözleriyle oğlunu uyardı ve ona susmasını işaret etti.
“Ya ne yapacaksın, herkes çalışmak zorunda. Tamam hayatım, mutlaka görüşelim. Hoşça kal...”
Kadın gülmeye başladı ancak sinir bozukluğu kaynaklı bu gülüş saniyeler içerisinde ağlamaklı bir sese dönüştü.
“Allah’ım! Kırk dakika oldu sanırım.”
“Almanya’dan canlı bağlantı yaptınız herhalde. Neyse, bir hafta daha anlatacak bir olay olmaz. Sen de kafanı dinlersin.”
“Ya, ne demezsin! Yazın İstanbul’a geleceklermiş. O zaman ortaya çıkacak çenesinin asıl potansiyeli. Şahsen ben, gece üçlere kadar süren sohbetler öngörüyorum ve Allah düşmanımın başına vermesin diyorum. Neyse, bunca yıllık arkadaşım… Alıştım ben artık. Ee, günün nasıl geçti?”                                              
“Her zamanki gibi… yorucu. Okuldan sonra bir de dershanede etüt olunca aşırı yükleme oldu sanırım. Kısa devreye az kaldı. Birazdan bir aspirin alacağım.”
Kadın bir şey söylemeye yeltendi. Ama Özgür izin vermedi.
“Anne, sakın ‘Yarış atı gibi görülmeniz çok canımı yakıyor’ mavallarına başlama. Bir daha ata benzetilirsem Veli Efendi Hipodromu’nda kariyer arayışına gireceğim valla. Neyse… Ya, sana sormaya fırsatım olmadı ama, dershaneden bir arkadaşımı çağırdım. Anlamadığım birkaç matematik sorusunda bana yardımcı olacak, test çözeceğiz. Sorun değil, değil mi?”
“Tabii ki hayır! Olur mu hiç öyle şey? Hadi mutfağa gidelim de size atıştıracak bir şeyler hazırlayayım önce.”
Özgür’ün yüzü aydınlandı.
“Harika olur valla. O da zaten beni orada bekliyor. Biliyor musun, o da benim gibi psikoloji okumak istiyor.“
Anne oğul odadan çıkarak mutfağa doğru yürümeye başladılar. Mutfağa girer girmez kadının yüzündeki gülümseme birden yok oldu. Bunu fark etmeyen Özgür annesinin elini tuttu ve kıza döndü.
“Anne, Aslı’yla tanış. Aslı, bu da benim vefakar ve cefakar annem Sevgi.”
Yüzünde kocaman bir gülümseme annesine dönen Özgür, onun yüzündeki mutsuz ifadeyi görünce şaşırdı.
“Anne, ne oldu? İyi misin? Aslı’ya merhaba demeyecek misin?”
Sevgi konuşmakta güçlük çekiyordu. Ne söyleyeceğini, ne söylemesi gerektiğini bilemiyor gibiydi.
“Hayır, bu kez değil.”
Özgür bir anda annesinin elini bıraktı. Şüphe ve dehşet dolu gözlerle baktı ona.
“Anlamadım. Ne demek şimdi bu?”
Annesinin cevabını beklemeden Aslı’ya dönüp özür dilercesine bir hareket yaptı. Aslı’nın bu olay karşısında hala sakin oluşu onu rahatlatmıştı. Annesi Sevgi ise boş gözlerle Aslı’nın oturduğu tarafa bakmaktan başka bir şey yapmıyordu. En sonunda kendini açıklamaya karar vermiş olacak ki, titreyen sesiyle konuşmaya başladı.
“Özgür, arkadaşına selam veremem. Onunla konuşamam. Onu göremem.”
Söylediklerinin anlamsızlığının, ya da Özgür’e ne kadar anlamsız geleceklerinin farkındaydı. Özgür’ün yüzünü avuçlarının arasına aldı ve gözlerini kendisine çevirdi. Birazdan söyleyeceği cümlenin oğlu tarafından iyice anlaşılması gerekiyordu. Bunu sağlamak için onun tüm ilgisini kendi üzerinde odaklamalıydı.
“Çünkü o gerçek değil…”