O ilk notayı
duyduğumda şarkıyı geçmeliydim. Yapmalıydım bunu. Çünkü beni sarıp
sarmalamasına izin verdiğim zaman ne yapsam kurtulamıyorum pençesinden. Sanki
bilmiyorum. Sanki bunu daha önce yüzlerce kez yaşamadım.
Ama yapmıyorum işte.
Nedenini sormayın, ben de tam bilmiyorum. Enstrümanlar bir bir devreye girip bu
dünyadan olamayacak kadar güzel bir birlikteliğe yelken açarken şarkının
başlayacak sözlerine hiç hazırlıklı olmadığımı fark ediyorum. Fakat artık çok
geç. O adam, o ağzından çıkan her lafla beni mahveden adam şarkıya girdi bile.
Duruyorum. Bir
sürü insanın alelacele, kim bilir nereye yetişmek için koşarcasına yürüdüğü dar
bir sokakta olmama; benim de aslında yetişmem gereken bir yer olmasına
aldırmadan öylece kalakalıyorum. Bu şarkı öyle başka iş üzerindeyken ikincil
bir aktivite olarak değil, pür dikkat dinlenmeyi hak ediyor çünkü. “Kafanın içinden uzak durmaya çalış, orada
en acayip şeyleri yarattığını gördüm,” diyor adam. Gözlerimin içine bakması
ve şarkıda adımı geçirmesi eksik sadece…
Bir anda bir
güneş tutulması tüm ışığımızı alıp götürüyor. Zifiri karanlıkta kalıyoruz. Ben
ve en az benim kadar kendinden habersiz sokak arkadaşlarım. Ani bir ses duyup
kafamı sağa çeviriyorum. Başımın üstündeki balkondan saksı mı düştü, nedir? Ses
durmuyor. Tırabzanlar bağlı oldukları demirden kopup yer çekimiyle sevişmeye
başlıyor. Aralarına tuğlaları, camları, kuruması için asılmış kıyafetleri, uydu
alıcılarını, su oluklarını ve daha birçok şeyi katarak beni yerimden sıçratan
sese güç katıyorlar. Her yer zifiri karanlık olduğu için daha ötesini,
diğerlerinin verdiği tepkileri göremiyorum. Olduğu yere çakılan, adım atsa kafasına
sert bir darbe yiyip öleceğini düşünen bir tek ben miyim, merak ediyorum. Bir
süre sonra fark ediyorum ki etrafımda adım atacak alan kalmamış. Büyükbaş
hayvanları mezbahaya yönlendiren labirentin son düzlüğünde sakinleşmeleri için
tüm bedenlerini daracık bir mekanizmaya sıkıştırırlar ya, aynı durumda olduğumu
anlıyorum. Sakinleşmem lazım, çünkü şu anda yapabileceğim başka hiçbir şey yok.
Tek bir şey bile. Dünyam etrafımda yıkılır, beni de beraberinde yok ederken
elimden ne gelir ki?
“Ne olmuş yani? Belki kendine bakmaktan seni gerçekten
görememiştir. Bu senin ya da onun hakkında neyi değiştirir ki?”
Kendime geliyorum
ve derin bir nefes alıyorum. Güneş yerli yerinde duruyor işte. Tuğlalar,
camlar, kuruması için asılmış kıyafetler, uydu alıcıları, su olukları ve daha
birçok şey. Hepsi yerli yerinde. Bana yan gözle bakan ve ne yaptığımı anlamaya
çalışan birkaç meraklı göze aldırmıyorum. Çünkü ben de en az onlar kadar bunu
merak ediyordum. Her zaman yaptığım gibi kafamı dinlediğim şarkıya emanet ediyor,
günümün geri kalanını hangi ruh haliyle geçireceğimin kontrolünü ellerine bırakıyorum.
O da sağ olsun taşıması güç bir melankoli ile beni baş başa bırakarak kulaklarımı
terk ediyor. Yürümeye devam ediyorum. Yetişmem gereken yeri ve buluşmam gereken
kişiyi artık umursamıyorum zaten de, iflah olmaz kibarlığım her şekilde sözümün
arkasında durmamı gerektiriyor işte. İki elim kanda da olsa Hande’yle buluşacağım.
Hayatımda belki
de ilk defa bir yere geç kalıyorum.
“Oo, paşam. Ben
de tam kalkıyordum, beyimiz teşrif etmeyecek herhalde diyerekten.”
Hande beni bir
türlü üzerinden atamadığı delikanlı kız imajıyla karşılıyor, hiç şaşırtmayarak.
Nerede kaldığımı, neden geciktiğimi merak etmiyor. Maksat, kendine has zannettiği
üslubuyla iki cümle daha kurabilsin. Bu kadar.
“Kusura bakma.
Bir şeye takıldım, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişim.”
“Yeni manita deme!”
Ne zaman dedim
ki?
“Yok yahu! Ne
alakası var? Kafam dağınık bugünlerde, bir türlü toparlanamıyorum. Sebebini
sorsan, ki sormazsın, adını koyamıyorum bir türlü. Öyle boktan bir durum işte.”
“Boktanmış
hakikaten. Boş ver ya, üzme sen o tatlı canını. Ne ısmarlayayım paşama?”
Daha onuncu
dakikasında kendimi öldüresiye sıkılacağımı bildiğim halde başkalarıyla
buluşmayı neden hala inat ve ısrarla kabul ediyorum, bilmiyorum. İlk
karşılaşmadaki heyecanım yerini müthiş bir can sıkıntısına bıraktığında kaçıp
gidemeyeceğim apaçık ortadayken kendime neden bu kötülüğü yapıyorum? Hala beni
kendi dünyamdan çekip çıkarabilecek birine rastlama ümidim var, ondan belki.
Hande’ye ne cevap
verdim, bilmiyorum. Ama ağzımdan bir şey çıkmış olacak ki başında ellili
yaşlarında şişman ve bıyıklı bir adamın beklediği kasaya doğru yürümeye başlıyor.
Kulağımda kulaklıklarım olmamasına rağmen bugünüme bayrağını diken şarkıyı
yeniden dinlemeye başladığımı fark ediyorum. Kafamın derinlerinde bir yerlerde
çalıyor ve böyle olduğunda durdurma tuşunu arasam da bulamayacağımı bunca yıl
sonra kabullendiğim için kılımı bile kıpırdatmıyorum.
“Arkana yaslanma dostum. Orada seni ileriye
taşıyacak pek bir şey yok.”
Mekanın çok tozlu olduğunu düşünmek istiyorum,
zira bir anda, olduğum yerde ağlamaya başladıysam sonumuz fena. Neyse ki Hande
masaya dönüyor da dikkatim dağılıyor.
“Al bakalım
sodanı. Ee, anlat. Ne ayaksın sen? Ne bu Karadeniz’de gemileri batmış hallerin?”
Cevap verebilmek için
zihnimde bir cümle inşa etmeye başlıyorum. Durumu fazla deşmesine izin
vermeyecek ve birkaç soru daha sormasına gerek bırakmayacak kadar tatmin edici
bir cümle olmalı. Ben düşünedurayım, Hande’nin gözlerinden akmaya başlayan
kırmızı sıvıyı fark ediyorum. Makyajı akıyor diye geçiriyorum içimden, kan
olacak hali yok ya! Birden bir akordeon gibi büzüşmeye ve yok olmaya başlıyor.
Kafedeki diğer insanlar da, aynı şekilde. Tahtaların çatırtı sesleri geliyor.
Masalar ve sandalyeler kendilerine savaş açan zihnime beyaz bayrağı çekip yere
seriliyorlar. Tavşan kanı diye tabir edilebilmekten çok uzak bir çay ihtiva
eden çaydanlık, altında yanan ateşin baskısına dayanamayarak patlayıveriyor. İki
dilim bayat ekmeğin arasına sıkışmış kaşarlar tost makinesinin kenarlarından
akıp çok geçmeden tezgahta kururken, soğuk içilmesi salık verilen içecekleri belli
belirsiz duyulan bir motor sesiyle tam da öyle tutmayı amaç bellemiş dolap
görevinden istifa ediyor ve dumanlar çıkarmaya başlıyor.
“Selam ver.”
“Hop! Alo! Sana
diyorum! Mecnun mu oldun oğlum? Kim yaptı sana bunu, söyle kıstırıp pata küte
dalayım kıza. Yemin ediyorum, bak. İki lafına bakar.”
“Saçmalama Hande.
Dedim ya, kafam dağınık diye. Kendime gelirim dedim, kalktım geldim de, olacak
gibi değil. İznini istesem? Başka zamana sözleşsek?”
“Farkındayım,
dağınık olan bir tek kafan değil. Yine gidip gidip geliyorsun bir yerle ya,
hayırlısı. Oğlum, sen bırakmıştın böyle şeyleri. Dünya’ya dönmüştün hani, artık
sana ulaşmak için NASA’yı aracı kullanmıyorduk falan. Ne oldu? Bir gün kendini
öldüreceksin. Bu kadar düşünme her boku. Valla bak, cidden gerek yok.”
Yine bir cevap
düşünmeye başlıyorum ama bu sefer boşa kürek çekmeye halim olmadığından ayağa
kalkıyorum. Bana kimse bir şey yapmadı desem neye yarar? Aşk acısı değil bu, ya
da adı konmayan bir mutsuzluk. Benimki artık tıpkı sağlıklı beslenme gibi, tam
bir yaşam biçimi. Sağlıksız var olma. Adı da bu olsun, belki moda olur da üzerine
kitaplar yazarak hiç olmazsa zengin olurum. Ama şu anda boşa konuşup kendimi
de, onu da yormak istemiyorum. Bu ikimize de haksızlık olur. Hikayemi anlatmaya
başlasam belirsizliğinden başımız döner, içinde kayboluruz. Öyle ya da böyle
sonuna geldiğimizde de sayfalar dolusu saçmaladığım ortaya çıkıverir, rezil
olurum. İlkokuldan kalma pis bir alışkanlıkla hikayenin ana fikri neydi diye
düşünmeye kalkarsa hele, iyice meydana çıkar foyam. Hiçbir şey söylemediğim,
söyleyemediğim anlaşılır. Çok şey söylüyorum aslında; bazen çok, bazen az
kelimeyle. Bazen uzun, bazen kısa cümlelerle. Her gittiğim yer benim, her
konuştuğum kişi bana ait, her sohbet benim eserim, her masa benim sahnem.
Onunla yapacaklarım bitince, artık bana bir şey katmayacağını bencilce fark
ettiğimde tepeme çöküveren ve benden bağımsız var olmaya devam edemeyen bir
sahne.
“Selam ver.”
Şarkı yeniden
çalmaya başlıyor. İlk kelimelerle yeniden giriyorum aynı döngüye. Artık Hande’nin
yanında olmamalıyım. Benim mantığımla ben onun yanından gidince yok olacak çünkü.
O zaman soru işaretleri de gidecek, merakı da, bodoslama dalıp sorduğu saçma sapan
ama itiraf etmem gerekirse bir o kadar mantıklı soruları da…
Koşar adımlarla
buluştuğumuz kafeden uzaklaşıyorum. Hande arkamdan bakıyor mu, ya da ne
düşünüyor zerre umurumda değil. Umurumda olmayacağını o da biliyor ya, içim
biraz da bu yüzden rahat. Beni tanıyor. Hayatımdaki herkes beni tanıyor. Artık
garip hareketlerimi bir noktadan sonra yargılamayı kesmeleri gerektiğini, başka
türlü yanımda sağ kalamayacaklarını biliyorlar.
Sokak bitiveriyor.
Karşıdan karşıya geçmek için yola adım attığımda ayağım bir su birikintisine
basıyor da acayip şiddetli bir yağmurun yağdığını fark ediyorum. Güneş bir yere
gitmemiş ama, sanki göz yaşlarını üzerimize akıtıyormuş gibi tepemizden
bakıyor. İçlerinden güneş ışınları geçen damlaların biri kırmızı, biri mavi,
biri yeşil, biri turuncu… Üstümü başımı olduğumdan daha koyu bir renge
boyuyorlar, sanki dışım içimi yansıtmak zorundaymış gibi. Saçlarım gözlerimin
üzerine düşüyor, daha fazla dışarıya bakmayıp içimi görmem gerektiğini
söylercesine. Bir yandan kafamda şarkının artık gına getiren gitar tınıları
dönüp dururken diğer yandan sol taraftan gelen korna seslerini duyuyorum, acı
acı. İki ayağım yolun ortasındaki su birikintisinin içinde ıslanırken bakışlarımı
sesin geldiği tarafa çeviriyorum. Bir araba hızla bana yaklaşıyor ve tam
çarpacağı sırada ortadan ikiye bölünüp beni bağışlıyor. Bana çarpmayacağından
emin olduktan sonra yeniden birleşip yoluna devam ederken arkasından
bakakalıyorum. Yağmur damlaları, benim üzerimde çalışırken yeterince yorulmamış
olacaklar ki, onu da göz kamaştıran bir parlaklığa boyuyorlar.
“Selam ver.”
Kafamın içinden uzak
durmalıyım. Orada en acayip şeyleri yaratıyorum. Durmaksızın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder