Gözlerimi zor da
olsa açmayı başardım. Buz gibi bir yüzeyin üzerinde hareketsizce yatıyorum ama hislerimin
bana hizmet etmemeye başladığının da bilincindeyim. Zeminin soğuk olması
gerektiğini biliyorum, mantık gereği. Ama vücudum mantığa başkaldırmış, hiçbir
tepki vermiyor.
Cansız bedenim
artık sadece katilimi bulmaya yarayacak ipuçları barındırdığı sürece değerli. Toprağa
gömülüp çürümenin anlamsızlığını hesaba kattığımda bu çok da üzücü ya da saçma
gelmiyor. Madem öldüm, daha doğrusu öldürüldüm; hala bir şekilde devam eden
varlığımın bir sebebi olmalı. Adaletin yerini bulması falan fasa fiso… Benim
sebebim, dışarıda bir yerlerde eminim ki hala hıçkırarak ağlayan annem ve
babamın hak ettikleri intikamı almaları. Bana bunu yapanın gözünün içine
bakmaya cesaret edemezler belki, onunla yüzleşmek ağır gelebilir. Ama hakkında
çok kötü haberler alırlar, onun can acısı bizimkilerin neşesi oluverir, fena
mı?
Nasıl bu kadar
acımasız olabiliyorum, bilmiyorum. Hayatım boyunca böyle biri olmadım ben. Hep
çok şefkatli, çok yufka yürekli bir kızdım. Demek ki cinayete kurban gitmek
insana bunu yapabiliyor. Demek ki benim içimde de hayatım boyunca sakladığım,
ama hayatım sona erince saklanacak yeri kalmayan gözünü kan bürümüş biri var. Elbette
mecazi bir kandan bahsediyorum, kapalı gözlerimi parmaklıklar gibi ortadan
ikiye bölen kirpiklerimin arasındaki kurumuş o koyu maddeden değil.
Ölürken hayatım
bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti mi emin değilim. Ama geçmiş olmalı
ki, ben onu izleyedururken son anlarımı yaşayamadım. Ben ağzımdan çıkan ilk
kelimenin annemi ne kadar sevindirdiğini yeniden yaşamakla meşgulken nereden ve
neden geldiğini bilmediğim katilim beni öldürmek üzereydi. Ama ben onu göremedim.
Gördüysem de şu an hatırlamıyorum, önemli olan da bu.
Daha önce
ölmedim, ölenle de konuşmadım malum. Hala burada olmamın normal bir şey
olduğundan şüpheliyim. Sebebini bilmiyorum. Merak da etmiyorum gerçi. Eğer
filmler yıllardır bana yalan söylemiyorsa önümde seçebileceğim iki yol var. Ya bu
yeni normalimi kabullenip sınırlarımı keşfedeceğim heyecan ve macera dolu bir
eğlenceye yelken açacağım, ya da hayatımdaki herkesi mercek altına alacağım
polisiye bir öykünün içine dalacağım. Ömrü bol olsun, babam burada olsa gözünü
kırpmadan hangisini tercih edeceğimi şıp diye söyleyiverirdi. Sonuçta ben küçükken,
onun eşyalarını saklayıp etraflıca bir soruşturmanın ardından hem kaybolan
objeyi, hem de suçluyu bulup ortaya çıkaran yaman bir dedektiftim. Şimdikinden
çok daha acayip mizansenler kurgulayıp oynamıştım. Bu bana vız gelir. Okuldan
eve, evden okula giden bir kızın ölümü ne kadar zorlu bir gizem taşıyabilir ki?
İlk iş olduğum
yerden kalkıp arkamda bıraktığım cansız bedeni incelemeliyim. Yüzüm olanca
sıradanlığıyla öylece duruyor işte. Demek ki kafama darbe yemedim, ya da
lisedeyken girdiğim depresyonla keşfettiğimiz intihar eğilimim yine nüksetmedi.
Tabii evde bulduğum her hapı mideye indirmiş de olabilirim, illa kafama kurşun
sıkacak değilim ya… Bir bıçak yarası da göremiyorum. Gerçi objelerle etkileşime
geçemeyen bir hayalet olduğumdan bedenimi ters çevirip arkadan almış olabileceğim
muhtemel bıçak yaralarını kontrol edemiyorum ama kıyafetlerim sağlam gözüküyor.
Belki de içkime zehir kattılar. Belki de Serdar’ı dinlemeyerek içtiğim o
dördüncü bira beni bu hale getirdi. Öğreneceğim, biraz sabır.
Hayalet olmanın
ne anlama geldiğini sorgulayacak vaktim yok. Belki de var, ama ben elimdeki
sürenin miktarını bilmediğim için garanti olsun diye yokmuş gibi hareket
edeyim, daha iyi. Önce gidip annem babam nasıl, onu göreyim. Ve evet, tahmin
edilebileceği üzere göz açıp kapayıncaya kadar evimin, eski evimin daha
doğrusu, salonundayım. Annem bu acı dolu gününde bile koltuğun kendisinin
olduğunu onyıllar önce ilan ettiği köşesini başkasına kaptırmamış, onu görmeye
alıştığım yerde öylece oturmuş yaşlı gözlerle tavanı seyrediyor. Babam ise bir
sağa, bir sola hızlı adımlarla gidip geliyor. Sakinleşmeye çalışıyor gibi.
“Bunu nasıl
yaparsın Aysel? Nasıl bu kadar sorumsuz olabilirsin?”
Neden bahsediyor
ki? Cenazemle ilgili bir sorun mu çıktı acaba? Sahi, cenazelerin nereden
kalkacağını falan kim, nasıl ayarlıyor? Fırsat bulursam birilerine sorayım bunu…
“25 yaşında kız
dedim; sıkboğaz etmeyeyim, o kendini korur kollar dedim. Ne bileyim Hakan? Ne
bileyim böyle olacağını? Bilsem yapar mıydım?”
Annemin beni
sıkboğaz etmek istememesi hayatımda duyduğum en inanılmaz şey olabilir. Kendimi
bildim bileli attığım her adımdan haberdar olan, ettiğim kelime sayısı beşi
geçen herkesin şeceresini döküp kaydını tutan bir kadından bahsediyoruz. Üniversite
hocalarımı arayıp derse girip girmediğimi kontrol etmekten çekinmeyen; haftada
bir yurt odamı köşe bucak temizlemeye, ama aslında orada yaşadığım hayatı didik
didik incelemeye gelen, işini de gücünü de ben bellemiş biri kendisi. Babamı bu
kadar kızdıracak ne yapmış olabilir ki? Neyi es geçmiş olabilir?
“O senin kızın!
Bunun 25’i 30’u yok! Sahip çıkacaksın. Çıkmazsan… Al işte.”
Gözleri dolu
olmasa, gömleğinin yakası gözyaşlarıyla ıslanmamış olsa anneme böyle davrandığı
için çok öfkelenirdim babama. Kadıncağızın bu olanlarda suçu ne? Neden onun
üstüne bu kadar gidiyor ki?
“Elin it kopuğu
her yerde. Hangi birine yetişeyim?”
Mesele şimdi
anlaşıldı. Konumuz yine Serdar ve onun bana ne kadar uygunsuz bir damat adayı
olduğu. Ne kadar tehlikeli, ne kadar ayyaş, ne kadar vurdumduymaz, ne kadar
çulsuz, ne kadar çirkin, ne kadar işsiz, ne kadar cahil, ne kadar eğitimsiz ve
daha kim bilir kaç tane olumsuz sıfat. Ve bu hükümlerin hepsi sadece bir saat
sürebilmiş ve kimsenin ağzını bıçak açmamasıyla 45 dakikada bitivermiş bir
akşam yemeğinin yadigarı. Zavallı Serdar hayatında ilk defa bir sevgilisinin
ailesiyle tanışmanın dehşeti içinde, zavallı annem ve babam benim ciddi bir
sevgilim olacağı yaşa geldiğimin idrakıyla mücadele halinde. Ve zavallı ben iki
cephenin tam ortasında kalan ve olası savaşta ilk şehit olacak piyon.
“Dünyanın en
klişe annesi ve babasının evladıyım. Ne bekliyordun? Oğlum diye seni
bağırlarına basmalarını mı?”
“Hayır. Oğlum
demesinlerdi de, bari bir Serdar desinlerdi. Ağızlarından hiç olmazsa ismim
çıksaydı. Ne bileyim, adım adım özgeçmişimin üzerinden geçmeselerdi de bir
nasılsın deselerdi.”
“Senin de
beklentilerin galaksiler aşmış gelmiş. Hata bende, seni yeterince hazırlamadım.
Yoksa ben neler yaşanacağını ezbere biliyordum, sana cümle cümle dizebilirdim.”
“Dizseydin!”
“O zaman ne
sürprizi, ne eğlencesi kalacaktı Allah aşkına? Bak, artık eskisi gibi misin?
Müthiş bir deneyim yaşadın, sen eski sen değilsin. Mis!”
Serdar bizim
okulun karşısındaki kafede iş başında, müşterilerden sipariş almakla meşgul. Yazık,
sevgilim öldü, depresyondayım, işe gelmeyeceğim deme lüksünün olmaması ne kadar
üzücü. Evet, kendi durumuma değil, Serdar’ın bu halde bile çalışmak zorunda
olmasına üzülüyorum. Bu kadar bencillikten uzağım, huyum kurusun.
“Hemen
getiriyorum efendim. Beş dakikaya çıkar.”
Serdar koşar
adımlarla mutfağa yönelirken ben de her zaman yaptığım gibi peşine takılıyorum.
Tek fark, bu sefer beni fark edip yüzünde muzip gülümsemesi arkasına dönerek
yakasından düşmemi söyleyemiyor. Şakacı çocuk… Getirdiği tostlar,
hamburgerlerle karnımı doyurduğu için mi; yoksa iki lafından birinde beni
güldürmeyi başardığı için mi aşık oldum ona bilmiyorum. Onun yaşındaki bizler
yolun öteki tarafında kendimize müthiş ve şüpheye hiç mahal yok ki parıl parıl
kariyerler inşa ededururken onun burada gelen geçene çay dağıtıyor oluşu itiraf
etmeliyim ki hep canımı acıtmıştır. Serdar’ın da acıtıyordur belki, ama bugüne
kadar hiç çaktırmadı. Arada bir tartıştığımızda gözünde parlayan öfkede bunu
okuyor olsam da yüksek ihtimal kuruntu yapıyorum. Yoksa onun kadar akıllı biri
neden çalışıp benimkinden daha iyi bir üniversite kazanmasın ki? Neden bu kafe
köşesinde sürünmeyi tercih etsin. Bu bir insanın aklı başında tercihi olabilir
mi sahiden? Daha iyisini bilerek ve isteyerek, elinin tersiyle itmek… Son
derece saçma.
“Abi, adamlar on
dakikadır hamburger bekliyorlar. Gözünü seveyim çabuk ol, yoksa üzerime ketçap
döküp beni yiyecekler.”
“Oğlum, otur bir
soluklan. Çıkarıyorum işte. Ne tez canlı oldun sen bugünlerde? Kanın kaynıyor
resmen.”
Buradakiler bana
ne olduğunu bilmiyor mu?
“Keyfimden mi
yapıyorum abi? Durmuyor müşteriler işte, kıtlıktan çıktılarsa demek…”
“Git bu
şakalarını sevgiline yap sen. Neydi adı? Bak, yine Devrim diyesim geliyor…”
Cemalettin Abi
adımı bilmiyor mu?
“Devin abi,
Devin. Yüz milyonuncu kez, Devin.”
“Öyle ad mı
olurmuş? Sonra suçlu ben oluyorum hatırlamadım diye. Hah, git ona yap bu afranı
tafranı.”
Serdar hiçbir şey
söylemeden daha üst ekmeği tam yerleştirilmemiş iki hamburgeri alarak mutfaktan
kaçıyor, gözümün önünde, tepki vermeden. Ne yani, beni gününün büyük
çoğunluğunu birlikte geçirdiği insanlara hiç mi anlatmadı? Ve bu beni neden bu
kadar rahatsız ediyor?
Aklıma Cem geldi.
Uzun zaman sonra ilk kez… Lisede benim her şeyim olan, benim hiçbir şeyi
olamadığım, fakat bu gerçekten haberdar olmadığım için kendimi kandırarak
bambaşka dünyalar kurduğum, o dünyalar yıkılınca da onlarla beraber yokluğa
uzanmak istediğim günleri hatırlıyorum. Annemin beni doktor doktor
gezdirmesini, babamın sanki bebekliğime dönmüşüm gibi masallar eşliğinde
uykulara yatırmaya çalışmasını… Kullanmaya başladığım ilaçların yan etkisiyle
ortaya çıkan bitmek bilmez üşümelerimi, öksürüklerimi, nefes alamamalarımı,
korkunç baş ağrılarını… Ben bunları Serdar’a anlattım mı acaba, hatırlamıyorum.
Anlattıysam eğer, bana aynı şekilde kazık atmazdı herhalde, değil mi?
Yurttaki
odamdayım. Oda arkadaşım Merve ortalarda yok. Bakıyorum yokluğumu fırsat bilip
yatağımın üzerini kütüphane olarak kullanmaya başlamış, tüm ders kitaplarını
yığıvermiş. Beni hiç sevmezdi zaten, ama o da insan sonuçta, azıcık da olsa
üzülmüştür, değil mi? Belki de sevinmiştir, Serdar boşta kaldı, kıyafetlerim
dilediğince kullanımına açıldı, makyaj malzemelerim emrine amade oldu diye. Bana
bak ya, ne kadar sıradan şeyler düşünmeye başladım. Çünkü bir kızın başka bir
kızla yegane problemi bunlar olabilirmiş gibi kendimce hikayeler uyduruyorum.
Kim bilir ne derdi vardı benimle. Uyurken horluyor muydum acaba? Ya da çok mu
dağınıktım da arkamı toplamaktan bıkmıştı?
“Aşkım sen beş
dakika bekle, ben üstümü değiştireyim, çıkarız hemen.”
Kapının
açıldığını duymamışım. Ee Merve burada, yanında da daha önce hiç görmediğim bir
kız var. Kime aşkım diyor ki bu?
“Tamam, sıkıntı
yok. Benim gibi beş dakikada hazırlanıp çıkamayacağını kabullendim ben artık. O
yüzden sen o beşi yirmi beş yap, beklentilerimi ona göre ayarlayayım ben de. Kırk
beş dakikaya çıkmış oluruz.”
Kız… Merve’ye
cevap veriyor. Kız… Aşkım? Cevap veren, kız. Cesedim çürüdükçe o kadar iğrenç
bir insana dönüşüyorum ki şu an aklımda sadece Merve’nin benden nefret etme
sebebinin bana olan büyük ve iflah olmaz aşkına karşılık alamaması olduğu var.
Güzellik başa bela derler hep. Demek bir de cidden güzel olsam ne canlar
yakacakmışım… Yoksa güzel miyim ne? Neyse…
“Şu kızın ilaçlarını
neden hala çöpe atmadın? Biri dolabında bu kadar hap olduğunu görecek, başın
belaya girecek sonra. Reçetede adın yok, bir şeyin yok…”
“Haklısın.
Atacağım da… Günlerdir bir türlü elim gitmedi işte. Biliyorsun… Zaten içmiyordu
ki. Haftalardır öylece duruyorlar orada.”
İçmiyordum tabii.
Sanki bilmiyor, acayip uykumu getiriyor o ilaçlar. Derslerden bir şey
anlamıyorum sonra. Aman, onlar işlerine baksın. Ben odayı incelemeye geldim,
dikkatimi dağıtmayı kesseler de işime baksam. Gerçi belli ki annem gelip her
şeyi toparlayıp götürmüş. Sanki bu odada hiç yaşamamış gibiyim. İlaçlarım
dışında burada benden eser yok. İsabet olmuş. Bir türlü sevememiştim zaten.
“Nedenini bilmek
istiyorum sadece. Benim kızım nasıl bu kadar akılsızca bir şey yapmış olabilir?”
Zaman, mekan
iyice karıştı. Kaç gündür böyleyim, neler oluyor, ipin ucu kaçtı. Annemle babam
televizyonda adını bilmediğim bir dizi izliyorlar. Annem izlemeye çalışıyor da,
babam fırsat vermiyor gibi.
“Defalarca
uyardık, dikkat et dedik, çok tehlikeli dedik, sonu kötü dedik.”
“Yeter! Yeter
artık! Sayıklamayı kes. Suçlamayı kes. İzin ver bitsin. Ne olur, dayanamıyorum.
İzin ver, gitsin.”
“Gitti zaten,
neye izin vereceğim daha?”
“Yapma… Böyle
yapma. Ne demek istediğimi çok iyi biliyorsun. Sen uyardın işte. Ben uyardım.
Daha başka ne yapabilirdin. Dinlemeyeceği varsa hiçbir şekilde dinlemeyecekti
zaten.”
“Yediremiyorum
kendime, olmuyor işte. Sanki başına daha önce gelmedi. Sanki biz aynı şeyleri
iki kere atlatıp ölümden dönmedik.”
Nasıl bu kadar
aptal olabildim bilmiyorum. Küçüklüğümde tıkır tıkır işleyen dedektiflik
becerilerim kullanmaya kullanmaya pas tutmuş demek ki. Oysa bir polisiye davada
sorulması gereken ilk soruyu nasıl unuturum? Benim ölümüm kime yaradı? Hiç
istemediği bir ilişkiden kurtulan Serdar’a mı, yanımda bir türlü kendi gibi
davranamayan Merve’ye mi, hayatı boyunca gözünü üzerinden ayırmamak zorunda
olduğu birinin yükünü daha fazla taşıyamayan anneme mi, daima üstte olması
gereken ve her türlü tartışmada kullan kullan tükenmeyecek bir koza kavuşan
babama mı? Bilseydim bu kadar küçük, bu kadar sıkıcı bir hayat yaşamazdım.
Baksanıza, katil zanlılarım bile ne kadar sıradan, ne kadar tahmin edilebilir.
Benim gibi nice davaları geride bırakmış, nice olaylar çözmüş bir dedektif için
müthiş bir hayal kırıklığı. Ne bir keyfi var, ne de heyecanı. Boşuna yaşamışım
gibi, boşuna harcamışım ya da… İnsan biraz da geride bırakacaklarını düşünür,
öteki tarafa çalışır, değil mi ama? Yazıklar olsun… Öldürülmenin de bir
ilginçliği, insanı çözümünü heyecandan kalbi ata ata bekletecek yanları olur
benim bildiğim. Benimkinde? Sıfır. Tam benden bekleneceği gibi… Başka ne
olacaktıysa? Yaşarken bir işe yaramışım gibi ölümümün ardından bir işe yaramayı
nasıl bekliyorsam? Bari gerçekten, bedenim bana ihanet etmese de katilimin kim
olduğunu söyleyiverse polislere.
“Başının arkasına
sert bir darbe almış. Aysel Hanım, Hakan Bey. Kızımız… Kızımız hala ilaçlarını
düzenli kullanmıyormuş sanırım. Biliyorsunuz, defalarca söyledim. Bilinç
kayıpları yaşamaması için saat bile aksatmaması lazımdı. Allah korusun… Ne
diyorum… Bayılırken başının arkasını masanın kenarına çarpmış. Oradan da mermer
zemine… Çok üzgünüm.”
Kullanmıyorum
tabii. Çok uykumu getiriyorlar. Derslerden hiçbir şey anlamıyorum. Beni uyuşturuyorlar.
Zaten az olan varlığımı da elimden alıyorlar. Ne yapayım?
Bu dava böyle
bitmeyecek değil mi? Dosya böyle kapanmayacak yani… Bu kadar anlamsız ve saçma
mı yani?
Acaba… Acaba
başıma o darbeyi vuran kim? Hangi cisimle vurdu? Annem mi? Ya da babam? Belki
de Serdar. Yok, yok… Kesin Merve. Kaltak!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder