Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Aralık 2011 Cumartesi

"Son Melodi" Bölüm 32- Final

-32-

Kapıyı açıp içeri girdiğimde annemin odasına uzun zamandır girmediğimi fark ediyorum önce. Ve hiçbir şeyin değişmediğini görmek nedense beni hiç şaşırtmıyor. Yatağın başındaki yağlı boya resim, gardırobun yanı başındaki ayna, makyaj masasının üstündeki danteller… Hepsi ben çocukken nasılsa şimdi de öyle. İşte, annemin sandığı da her zaman olduğu gibi odanın bir köşesinde öylece bekliyor. Babamdan hatıra kaldığı için günlerce üzerimden çıkartmayınca annemin zorla aldığı gömleği bulmak için gizlice gelip içini didik didik aradığım sandık.

O günü dün gibi hatırlıyorum. Annem mutfakta yemek yapıyordu. Bunu fırsat bilip gizlice annemin odasına girmiş, gömleği aramaya koyulmuştu. Gardırobun hiçbir köşesinde yoktu. Yatağın altında da bulamamıştım. En son gözüme bu sandık takılmıştı.
Sandığı açarken duyulan gıcırtılar bile hala aynı. O zaman çok korkutmuştu bu ses beni. Annemin kulağına gidecek de gelip beni bulacak diye ödüm kopmuştu. Bu sefer öyle bir korkum yok. Duyarsa duysun! Umurumda değil.
            O günkü gibi önce dantelleri kaldırıyorum. Sonra sırada masa örtüleri var. En sonunda da nevresim takımları. Bir an içimi bir heyecan kaplıyor. Çocukluğumda olduğu gibi yine sabrım taşıyor, dayanamıyorum ve elimi içeri daldırıyorum. Özenle yerleştirilmiş sandığı karman çorman ediyor olmamı önemsemiyorum bile. Ve aradığımı buluyorum.
            O zamanlar sadece televizyonda bir kere gördüğüm, ama yine de sandığın içinde bulup elime aldığımda zerre korkuya kapılmadığım silahı yine elimle kavrıyorum. Yine içimde zerre korku yok.

                                                                       ***

            Hayatım boyunca topuklu ayakkabılarla yürüyebilen biri olmadım. Hatta bunu büyük bir başarıyla yapanlara hep gıptayla bakmışımdır. Ama bugün sanki dengem o kadar alt üsttü ki, her adımda yere kapılacakmışım gibi irkiliyor, bir yerlere tutunma ihtiyacı hissediyordum. Sekretere başımla selam verip zar zor kendimi ofisin kapısına attım. Olanca gücümle kapıya vurdum fakat zorlukla duyulabilecek kadar bir ses ancak çıkartabildim. İçeriden Berk’in beni davet eden sesi geldi. “Girin.”
            Odanın kapısını açarken sanki içimde bir yerlerin de kapısını açtım aynı anda. Bu yer o güne kadar biriktirdiğim, dışarı salmamaya özen gösterdiğim, arada bir sızıntılar olsa da büyük çoğunluğunu hapis tuttuğum gözyaşlarımı koruyan zindandı. Ofisin kapısıyla birlikte bu zindanın da kapısı açılınca çok geçmeden hıçkırıklarım ve gözyaşlarım eşliğinde Berk’in kollarında buldum kendimi.
            Berk bana bir şeyler söylüyordu ama ben onu duyamıyordum. Tek duyduğum ağzımdan çıkan garip seslerdi. Ben de bir şeyler söylemeye çalışıyordum besbelli, ama beceremiyordum her nedense. Ağzımda gözyaşlarımın tuzlu tadı, artık ne saçmalıyorduysam saçmalıyordum işte. Berk söylediklerimden, belki de daha çok bulunduğum vaziyetten, endişeye kapılmış olacak ki her geçen an bana daha sıkı sarılıyordu.
            Birden başımı kaldırıp ona baktım. Söylediklerini algılayamıyordum belki, ama gözlerinde bir anlam yakalayabilirdim pekala. Baktım. Yapamadım. O hala konuşurken, ben hala ağlarken gözlerde anlam, cümlelerde mana bulmam imkansızdı. Onu susturmak için mi bilmiyorum, bir anda onu öpmeye başladım. O da bunu bekliyordu sanki, beni kucağına aldı ve masasının üzerine oturttu. Kolumda asılı olan çanta yere düştü bir anda. O beni öpmeye devam ederken gözüm yere düşen çantama takıldı. Ve onun içinden yaramaz bir çocuk gibi dışarı kaçıveren plastik sırrım. Benim gözüm ona sabitlenmişken Berk’in bu durumu fark edip yerdeki küçük artı işaretini görmemesi için dua ettim. Göğüslerimde dolaşan ellerini istemsizce tutup karnıma koymuşum o an, sonradan fark ettim.    

                                                                       ***

            Ne yapacağımı bilemiyorum. Özgür kapıyı çekip çıktığından beri öylece duvarı seyrediyorum. Ne kadar zaman geçti acaba? Belki on dakika. Belki de bir saat.
            Dışarıdan bir ses geliyor. Kalkıp perdeyi hafifçe aralayarak ne olduğuna bakıyorum. Kapının önünde bir taksi var. İçinde de o. Korkuyla içeri saklanıyorum. Müthiş bir hızla atmaya başlayan kalbimi yavaşlatmaya çabalıyorum ama nafile. Beni görmesin diye çok yavaş hareket ediyorum. Yine perdeyi aralayıp dışarı bakıyorum. Arabadan inmiş, eve doğru yaklaşıyor şimdi. Kapıyı mı çalacak yoksa? Böyle bir şeye nasıl cesaret edebiliyor Allah aşkına?
            Kapının sesiyle kendime geliyorum. Hani insanlar rüyada olmadıklarını teyit etmek için kendilerini çimdiklerler ya. O zil sesi sayesinde buna gerek kalmıyor. Şu anda uykuda olmadığımı biliyorum. Bu yaşadığım bir kabus değil. Ne yazık ki.
            Kapı tekrar, ısrarla çalıyor. Ne yapmam gerektiğini soruyorum kendime. İçime dönüyorum, bakıyorum. Kalbim daha da hızlı atmaya başlıyor. Çünkü hissettiğimin öfke, nefret ya da korku olmadığını fark ediyorum. İçimdeki… Sevinç mi? Kapı çaldığı için mi mutluyum, o geldiği için mi? Neden?
            Artık kapıyı yumruklamaya başlıyor. Uyuşturucu satıcılarını yakalamaya giden polisler gibi. “İçeride olduğunuzu biliyorum. Açın kapıyı yoksa kırmak zorunda kalacağım.” Böyle bir şey yapmayacağını biliyorum, hatta zihnimde yankılanan bu cümleyi aslında şu anda onun ağzından duymadığımı da. Kendime gelmeye çalışıyorum. Kapıyı açmam gerektiğine karar veriyorum en sonunda. Yine de adımlarım çok yavaş ilerliyor hedefine doğru. Hızlanmak istiyorum, vazgeçip gitmesin diye acele etmek istiyorum ama ayaklarım buna izin vermiyor. Ağır ol diyorlar sanki. Yavaş.
            Ve işte o, bunca zaman sonra karşımda. İnkar edemem, başına gelen onca şeye rağmen hala ona aşık olduğum günkü kadar yakışıklı. Ve başıma gelen onca şeye rağmen ben ona hala aşığım. Zamanında bunun bir önemi olmadığına karar vermiştim. Daha doğrusu babam bu kararı vermemi sağlamıştı. Önemli olan benim ve oğlumun geleceğiydi pek tabii, bu adama olan aşkım değil.
            Ne söylemem gerektiğini bilmiyorum. O da bilmiyor belli ki. Bakışıyoruz öylece, birkaç saniye boyunca. Belki de birkaç dakika. Sanki o benim gözlerimi okuyor, ben de onunkileri. Sonra birden başımı çevirip ayakkabılığın üzerinde duran aile resmimize bakıyorum. O, ben ve Özgür. Bir ona bakıyorum, bir resme. Her geçen saniye kalbimin atışı yavaşlıyor, hissediyorum. Son bir kez daha resme bakıyorum, bir de karşımdaki adama. Bir gülümseme beliriyor yüzümde, hissediyorum. Bu onu da sevindiriyor sanki, o da gülümsemeye başlayacakmış gibi oluyor. Ama ben bunu göremeden, görmeme izin vermeden yavaşça kapıyı kapatıp üzerindeki anahtarla kilitliyorum. Derin bir nefes alıyorum, rahatlıyorum.

                                                                       ***

            Onca katman kumaşın altında demirin hala soğuk kalabilmesi beni şaşırtıyor. Titreyen ellerimle silahın namlusunu şakağıma dayıyorum. Ağlıyorum, farkındayım. Arkamda Aslı bekliyor, onun da farkındayım.
            Var olmayan ülkem, var olmayan insanlarım var benim. Belki Peter Pan’ım, hiç büyümüyorum. Ama bir Tinker Bell’in olmadan Peter Pan olmak neye yarar ki? Bir Wendy olmadan o kadar insanın hayatını mahvetmeye ne hakkım var ya da? Büyümek istemediğime karar verdim ben. Büyümek zorunda olduğumun da bilincine vararak. Hepsi bu.
            Silahın içinde kurşun olup olmadığını kontrol ediyorum. Dolu olduğunu görmek içimi rahatlatıyor. Bizi korumak için yıllar yılı orada duran bir silahın boş olmasını beklemem saçma olurdu zaten. Emniyeti açıyorum. Artık hazırım. Sanırım.
            Parmağım tetiğe değiyor. Soğuk demiri hissediyorum. Hem parmağımın ucunda, hem de alnımda. Korkmuyorum. Silahtan da, ölmekten de korkmuyorum. Ağlıyorum, farkındayım. Arkamda Aslı bekliyor, onun da farkındayım. O da ağlıyor mu acaba? Bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum. 
                                                                       ***

Özgür dizlerinin üzerine çökmüş, sandığın içinde bir şeyler arıyor. Sesimi çıkarmadan bekliyorum, ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyorum.
En sonunda duruyor. Sandığa gömülü elini çıkarttığında görüyorum silahı.
İçimden çığlık atmak geliyor, kendimi tutuyorum. Korku çığlığı değil bu çünkü, sevinç çığlığı. O an anlıyorum artık gerçek anlamda özgür olabileceğimi.
Özgür’e çok sert davrandığım için üzülmüyorum. O bunu hak etti. Rüyasından uyanması gerekiyordu. Hayatın gerçekleriyle yüzleşmesi gerekiyordu. Kaldıramıyorsa çekip gitmesinin benim için hiçbir sakıncası yok. Zaten istesem de onu durdurabileceğimden emin değilim ya, yine de kıpırdamıyorum.
Heyecanla ellerimi çırpıyorum. Ancak sesim, silahın gürültüsü altında ezilip yok oluyor. Kimse duymuyor alkışımı, kahkahalarımı. Duyulan, Özgür’ün kanlar içinde yere serilmesine yol açan o tek kurşunun sesi. Kıskanıyorum. İnsanların beni değil de o kurşunu hatırlayacak olmaları üzüyor beni nedense. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder